ULUSLARARASI İLİŞKİLERE GİRİŞ - Ünite 3: Uluslararası Sistem ve Devlet Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 3: Uluslararası Sistem ve Devlet

Giriş

Uluslararası ilişkilerin başlangıcı ve merkezi, bağımsız siyasal birimler olarak modern devletler ve onların arasındaki ilişkilerdir. Geleneksel görüşe göre, uluslararası ilişkilerin temel konusu ve aktörleri, ulusal çıkar, ulusal güvenlik, egemenlik kavramlarıyla özdeşleşen ulus devletlerdir.

Bugün devlet-dışı aktörlerin de uluslararası ilişkilerde giderek artan önemi ve belirleyiciliği, ulus-devleti, egemenliğini, ulusal sınırlarını tehdit etmeye başlamış ve ulus-devletin sonuna mı gelindiği sorusunun sorulmasına neden olmuştur.

Uluslararası sistem; uluslararası ilişkilerin arka planını oluşturan siyasal, ekonomik ve sosyal olayların bütünü şeklinde ifade edilebilir.

Modern Devlet Sisteminin Tarihsel Gelişimi

Devlet sisteminin doğuşu, 30 Yıl savaşlarını sona erdiren 1648 tarihli Westphalia Barış Antlaşmasına dayanır. Şehir-devleti ve imparatorluklardan oluşan bu dağınık siyasal örgütlenmeden merkezi modern siyasal örgütlenme olarak modern devlete ve devlet sistemine geçişin başlangıcı olarak, Avrupa’da 1618-1648 yılları arasında din, toprak, hanedanlık ve ticari bir dizi mesele nedeniyle ortaya çıkan çatışmaların sonucunda, 30 yıl süreyle devam eden 30 Yıl Savaşları’nı sona erdiren ve toprak temelli egemen siyasal birimlerin ortaya çıkmasına neden olan Westphalia Barış Antlaşması görülür.

Münster ve Osnabrück Anlaşmalarının genel adı olan Westphalia Barış Antlaşması ile İsveç ve Fransa ve müttefiklerine toprak dağıtılmış ve yöneticiler kendi topraklarının sınırlarında bütün iç işlerinde ve yönetilenler adına dış işlerinde tek otorite olarak tanınmışlardır. Siyasi merkezileşme hızlanmış, böylece yeni bir egemen devletler sistemi doğmuştur. Diğer bir deyişle, bu antlaşma ile feodal bağlılıklardan merkezileşmiş siyasal üniteler olarak devletin egemenlik ilkesinin hâkim olduğu bir uluslararası ilişkiler sistemine geçiş olmuştur.

Modern devletin dört temel özelliğinden bahsedilebilir. Bunlar;

  • Egemenlik,
  • Devletlerin eşitliği,
  • Merkezileşme ve
  • Ülkesellik (territoriality) olarak tanımlanan toprak bütünlüğü dür.

Egemenlik kavramı, 16. yüzyılda Fransa’da din çatışmalarının olduğu bir dönemde devlete neden ihtiyaç duyulduğu ile ilgilenen Fransız filozof Jean Bodin (15301596) tarafından “Devlet Üstüne Altı Kitap” (1576) adlı eserinde, “mutlak, sürekli ve bölünemez nitelikleri olan en yüce hükmetme gücü” olarak ilk kez sistematik olarak kavramsallaştırılmıştır. Egemenlik, devletlerin kendi toprakları üzerindeki sınırlarda iç ve dış işlerini belirmede tek ve en yüksek otorite olmasını, kanun yapma ve uygulama yetkisini elinde bulundurmasını ve iktidarına herhangi bir müdahale olmamasını ifade eder. Egemenlik;

  • İç ve
  • Dış egemenlik olmak üzere ikiye ayrılır.

Devletlerin eşitliği ile kastedilen ise, devletlerin güç olarak eşitliği değil, devletlerin uluslararası hukuk çerçevesinde hakları ve sorumlulukları bakımından eşit olmasıdır.

Merkezileşme den kastedilen ise, devletin içindeki bütün siyasal faaliyetlerin devletten kaynaklı ya da ona referansla gerçekleşmesidir. Otorite ve iktidar, kralın ve devletinin tekelinde bulunur ve feodal dönemde olduğu gibi herhangi bir aracı ile gerçekleştirilmez. Egemen devletlerin eşitliği prensibinden hareketle, Westphalia Antlaşması, ulusal devleti modern devlet sisteminin merkezine koyarak uluslararası hukukun temelini hazırlar. Antlaşmalar aracılığıyla yürütülen uluslararası hukuk, 17. yüzyıldan itibaren devlet sisteminin gelişimine paralel olarak ortaya çıkmıştır. Uluslararası hukuk, sistemin temel aktörleri olan eşit ve egemen devletlerin faaliyetleriyle ve birbirlerinin ilişkileriyle ilgilenir. Ancak özellikle 1945 sonrasında Soğuk Savaş’ın başlaması ve sona ermesi ile kolonilerin bağımsızlaşması süreci sonrasında uluslararası hukuk sisteminin hem ilgilendiği konu hem de işleyişi değişlik göstermeye başladı. Bu değişikliğin iki temel nedeni vardır:

  • Birincisi, artık uluslararası platformdaki tek aktör ulus-devlet değildir.
  • İkincisi, insan hakları, çevre gibi 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren önemi giderek artan bu konuların uluslararası hukukun gündemine gelmeye başlaması ile uluslararası hukukun merkezinde yer alan ve Westphalia’dan itibaren benimsenen devlet sistemi sorgulanmaya başlanmıştır.

Bir devletin uluslararası sistemde yasal olarak tanınması, 1933’te kabul edilen Montevideo Sözleşmesi’ndeki dört koşulu yerine getirmesiyle mümkün oluyor. Bu koşullar şöyle sıralanabilir:

  • Coğrafi olarak sınırları tanımlanmış bir toprak,
  • Bu toprak üzerinde yaşayan bir nüfus,
  • Hükümet ve
  • Diğer devletler tarafından diplomatik olarak tanınma.

Montevideo Sözleşmesi: 3-26 Aralık 1933 tarihinde Monteviode’da düzenlenen Konferans’ta imzalanan ve devletlerin uluslararası sistemde tanınmasına dair tek uluslararası hukuki düzenlemedir. Montevideo Sözleşmesi’nin 3. maddesi devletlerin tanınmasıyla ilgilidir.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler (BM) de devletlerin tanınması meselesiyle ilgilenmiştir ve tanınmayı koordine eden çok önemli bir kurum haline gelmiştir. BM Genel Kurulunun talebi üzerine toplanan BM Güvenlik konseyi, üyelik için gelen talepleri değerlendirir. Bir devletin Birleşmiş Milletlere kabul edilmesi için aşağıda belirtilen beş şartı yerine getirmesi gerekmektedir. Bu şartlar şöyle sıralanabilir:

  • Tanınma için başvuruda bulunacak oluşum devlet olma niteliklerini taşımalı,
  • Barışçıl olmalı,
  • BM Şartında belirtilen koşulları kabul etmeli,
  • Yukarıda belirtilen şartları kabul etmekle beraber bunları uygulamalı ve devamını yerine getirmeli,
  • Bütün bunları istekle yapmalıdır.

17. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Devlet ve Uluslararası Sistem

Modern devletin oluşumunu, sadece imzalanan bir anlaşmayla açıklamak yetersiz kalır. Modern devletin gelişimi, 16. yüzyılda başlayıp 18. yüzyılda tamamlanan uzunca bir tarihsel sürecin sonucunda mümkün olmuştur. Bu tarihsel süreçte, modern devlet öncesi siyasal ve ekonomik sistemi belirleyen feodal sistemin çöküşüne ve merkezileşmeye yönelik girişimler; askeri teknolojideki gelişmeler, merkezi bir yönetimin sağlandığı mutlakiyetçilik, merkantilizm politikası ile ticaretin artırılması çabaları ve sömürgecilik ve sonrasında gelişen kapitalizm gibi önemli olayların katkısından bahsetmek gerekir. Merkantilizm, milletlerin zenginliğinin ticaretten elde edilecek artı değerin maksimize edilmesinden oluşacak değerli madenlerin birikimine dayandıran ve ekonomide ulusal korumacılığı benimseyen iktisadi politikadır.

17. yüzyılda devletlerin temel amacı, ulusal güvenliği sağlamak, topraklarını korumak ve hükümranlıklarını genişletmekti. Dolayısıyla bu dönemde uluslararası sisteme ve devletlerarası ilişkilere hakim olan iki mesele,

  • Düzen ve
  • Zenginlik olmuştu.

Düzen ve zenginlik kaygıları da, merkantilizmi ve mutlakiyetçiliği ortaya çıkardı. Bu dönemde ulusal zenginliği artırmanın yolunun iktisadi gücü artırmak olduğu fikrini savunan merkantilizm benimsendi. Merkantilizm sonucunda elde edilen zenginlik, hem devletlerin güçlenmesine hem de düzenli ordu beslenmesine olanak sağlayarak ulus-devletin doğmasına katkıda bulunan faktörlerden en önemlisidir.

17. yüzyılın ortalarından itibaren ama daha net bir biçimde, 18. yüzyılda uluslararası sistemi belirleyen temel özellik olan güç dengesi, egemen tek bir gücün olmadığı ve Avrupa’da neredeyse güç ve otorite bakımından yaklaşık olarak eşit ve “Büyük Güçler” olarak anılan İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya, Avusturya-Macaristan şeklindeki 5-6 devletten oluşan ve ihtiyaç olduğunda ittifakların hızlı bir biçimde kaydırıldığı esnek bir sistemdi. Bu sistem, ya ittifaklar oluşturarak ya da sistemde denge düzenleyici rol oynayan en güçlü devlet olarak Büyük Britanya’nın gerekli olan tarafla hareket etmesi sayesinde güç dengesinin sağlanmasına dayanıyordu. Güç dengesi ise, uluslararası sistemde herhangi bir devletin hükümranlığını önlemek ve böylece düzenin korunması ve herhangi bir saldırganlığın önüne geçilmesi için benimsenen bir mekanizmadır. 1713 yılında imzalanan Utrecht Barışı ile Avrupa’da barışı korumak için benimsenen bu sistemde, egemen olan tek bir güçten bahsetmek mümkün değildir. Bu denge, diğer devletlere üstünlük sağlayarak sisteme tehdit oluşturabilecek bir devletin ortaya çıkmasıyla bozulursa, denge rolünü üstlenecek bir devletin yardımıyla tekrar kuruluyordu.

18. ve 19. yüzyılda üç önemli devrim, uluslararası devlet sistemini ve uluslararası ilişkileri derinden etkiledi. Bu önemli olaylardan birisi, Endüstri Devrimi ’dir.

18. yüzyılın en önemli gelişmelerinden biri olan Endüstri Devrimi’nin ortaya çıktığı devlet olarak İngiltere, 200 yıl boyunca güç dengesinin korunmasına öncülük etmiştir. Avrupa’nın batısındaki Fransa ve İngiltere, Endüstri Devrimi sonucunda zengin bir burjuva sınıfına sahip olduklarından denizaşırı ülkelere genişlemek şeklinde ticari ve siyasi arzuları nedeniyle donanmaya önem verdiler ve girişimciliği teşvik ettiler. Avrupa’nın doğusunda yer alan ve 17. yüzyıldan itibaren güçlenen Avusturya, Prusya ve Rusya gibi ülkeler ise, ticaret devrimi sonucunda büyük toprak sahiplerinin güçlenmesine bağlı olarak toprak sahibi lordların en önemli siyasal sınıfı oluşturduğu bir tarımsal yeniden feodalleşmeye maruz kaldılar. Bu ülkeler aynı zamanda komşu ülkelerin topraklarını istila ettiklerinden bütün enerjilerini orduya yönelttiler

Uluslararası devlet sistemini ve uluslararası ilişkileri etkileyen diğer iki önemli devrim ise;

  • 1776’da Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Britanya’ya karşı bağımsızlığını ilan ettiği Amerikan Devrimi ve
  • 1789’da Fransa’da mutlakiyetçi yönetimi karşı gerçekleştirilen Fransız Devrimi’dir.

Bu döneme kadar egemenliğin kökeninin Tanrı’ya dayandığı ve mutlak kral tarafından temsil edildiği anlayışına dayanan bir devlet anlayışı varken, bu devrimlerle, halkın egemenliği, halkın iradesi ve ulusçuluk gibi unsurlarla devletin ulus-devlete dönüştüğü ve meşruiyetinin kaynağının ulus olduğu yeni bir anlayış gelmiştir. Ulusçuluk ise, ortak dil, din, geçmiş, kültür, etnisite gibi unsurlara dayanan dayanışma duygusu şeklinde ifade edilmektedir.

Böylece, 18. yüzyılın sonlarından itibaren uluslararası ilişkilerde, ulus-devlet ve ulusal çıkar kavramları öne çıktı. Bu doğrultuda ulusçuluğun 19. yüzyıldaki etkilerinden biri de, Fransa’da ulusa ve devrimin eşitlik, kardeşlik, özgürlük ideallerine karşı herhangi bir dışarıdan müdahaleyi önlemek için Napoleon Bonaparte’ın kıta Avrupa’sını büyük oranda ele geçirme girişimidir. İşte, Fransız Devrim Savaşları olarak da bilinen ve 1790’ların sonunda başlayarak 1815 yılına kadar süren Napolyon Savaşları, Napolyon’un liderliğindeki Fransa’nın Fransız Devrimi’nin ortaya çıkardığı bağımsızlık, milliyetçilik, eşitlik, kardeşlik gibi ilkeleri silah zoruyla Avrupa’ya yaymak istemesi sonucunda Fransa ile bu ilkelerin yayılmasını önlemek isteyen Avrupa’da monarşi ile yönetilen güçlü devletlerden (özellikle Avusturya ve Prusya başta olmak üzere, İngiltere, İspanya, Almanya, Napoli, Hollanda gibi devletler) oluşan farklı yedi koalisyon arasında gerçekleşmiştir.

Avrupa’da güç dengesinin yeniden sağlanması için Klemens von Metternich’in öncülüğünde 1815’te Viyana Kongresi yapılmıştır. Avrupa’nın yeniden yapılandırılmasına ilişkin önemli kongrelerden birisi olması nedeniyle, 19. yüzyıl uluslararası sistemi açısından dönüm noktalarından biri olmuştur. Kongrede, Avusturya, Prusya, Rusya ve Büyük Britanya’dan oluşan büyük güçler, Avrupa’da dengeyi ve varolan rejim biçimini korumak için Metternich sistemi olarak bilinen güçler dengesini oluşturmuşlardır. Bu güç dengesi, saldırgan Fransa’nın da sisteme dâhil edilmesiyle ve Büyük Güçler’in hırslarının törpülenmesiyle sağlanmıştır. Metternich’in öne sürdüğü bu sistemde, Fransız Devrimi’nden sonra gelişen milliyetçilik ve cumhuriyetçilik fikirlerine karşı monarşinin korunması amacıyla, herhangi bir devrimci harekete karşı acilen müdahale edilmesi yönündeki ortak fikir sonucunda, Avrupa Ahengi Sistemi (Concert of Europe) oluşmuştur.

Avrupa Ahengi Sistemi; Viyana Kongresi sonrasında, Avrupa’daki büyük devletlerin arasında çıkacak anlaşmazlıkları önlemek ve Avrupa’daki monarşilerin ulusçuluk hareketlerine karşı ayakta kalmasını sağlayarak güç dengesini korumak amacıyla kurulan ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin öncülü kabul edilebilecek bir sistemdir.

Metternich Sistemi ise Avrupa Ahengi’nin mimarı olan Avusturyalı diplomat Klemens von Metternich’in (17731859), Avrupa’yı en iyi şekilde yönetmenin mutlakiyet çağına dönmek olduğu düşüncesinden hareketle, devrime karşı istikrarın korunmasına dayanan fikir sistemdir. 1815-1914 tarihleri arasında büyük çapta bir savaş olmadığından dolayı, bu dönem “Yüzyıllık Barış Dönemi” olarak adlandırılmıştır. Bu dönemde büyük bir savaş yaşanmaması iki faktörle açıklanabilir:

  • Birincisi yukarıda bahsedilen Avrupa Ahengi Sistemi,
  • İkincisi ise Endüstri Devrimi’ne bağlı olarak sanayileşmenin etkisiyle, 16. yüzyılda hammadde arayışı soncunda Avrupa’da coğrafi keşiflerle başlayan sömürgecilik ve emperyalizmin yaygınlaşmasıdır.

Avrupa coğrafyasıyla kısıtlı olan ve birbirleriyle olan ilişkilerinde eşitlikleri ve bağımsızlıkları tanınan Avrupa devletleri, bu eşitlikleri ve bağımsızlıkları tanımadıkları Avrupa dışındaki ülkelere yayılmaya ve bu ülkelerin hem insan hem de doğal kaynaklarını sömürmeye ve zenginliklerini ve güçlerini bu sömürüye dayandırmaya başlamışlardır. Sömürgecilik; 16. yüzyılda coğrafi keşiflerle başlayan ve 20. yüzyılın ortalarına kadar süren Avrupa ülkelerinin ekonomik çıkarları için Avrupa dışındaki ülkeleri (özellikle Güney Asya, Güneydoğu Asya, Afrika ülkeleri) işgal edip oradaki yerli halk üzerinde iktisadi ve siyasi olarak hegemonya kurarak kaynaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmasıdır. Emperyalizm ise; sömürgecilikte olduğu gibi yine belli bir toprağın ve grubun iktisadi ve siyasi olarak kontrol altında tutulması yoluyla iktidarın sınırlarının ötesine genişletilmesidir. Ancak emperyalizm de bu kontrol, doğrudan yerleşme şeklinde olmak zorunda değildir; dolaylı biçimde bir kontrol yöntemiyle gerçekleşebilir. Endüstri Devrimi’nin ikinci dönemi sonrasında Avrupa ülkelerinin hammadde ve yeni pazar arayışı, emperyalizm döneminin başlamasına neden olmuştur.

21. Yüzyılda “Westphalia Devlet Anlayışı”na Tehditler

21. yüzyılda Westphalia modern devlet sisteminin tartışıldığına şahit oluyoruz. Bu tartışmalar dört başlık altında ele alınabilir:

  1. Küreselleşme süreçleri,
  2. Etno-milliyetçi ayrılıkçı talepler,
  3. Ulus-ötesi hareketler, özellikle köktenci dini terör hareketleri,
  4. Kırılgan/Çökmüş devlet.

1980’li yıllardan itibaren özellikle iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmelere bağlı olarak, sermaye, finans, mal, ticaret ve insan dolaşımı sınır tanımamaktadır. Devletlerin birbirleriyle giderek artan iktisadi bağımlılıkları, devletlerin ulusal zenginliğine ve refahına etki eden iktisadi politikaları, sadece ulus-devletlerin karar vereceği konular olmaktan çıkmıştır. Buna dayanarak, Kenichi Ohmae, 1990 yılında yayınlanan “Borderless World” (Sınırsız Dünya) adlı kitabında, küreselleşme sürecinde dünyada sınırların ortadan kalktığını ve ulusdevletlerin sonunun geldiğini iddia etmiştir.

Buna karşın, küreselleşmenin ulus-devletin tamamıyla sonunu getirdiğini söylemek doğru olmaz. Ulus-devletin uluslararası sistemde hala başat ve etkili bir aktör olduğunu ancak tek aktör olmadığını ve ulus-devletin ve onun belirleyici unsuru olarak egemenliğinin tanımının bu çok-aktörlü ve çok-merkezli küresel düzende değiştiğini ifade etmek gerekir.

Aslında bütün bu tartışmalar sonucunda, Westphalia’nın ortaya çıkardığı devletin önemini yitirmesinden söz etmenin zor olduğu ortaya çıkıyor. Özellikle küresel terör saldırıları ve diğer gelişmeler, devletin düzeni ve vatandaşlarının güvenliğini sağlama fonksiyonu ile uluslararası sistemin temel aktörü olmaya devam etmesini pekiştirmiştir.