ULUSLARARASI ÖRGÜTLER - Ünite 3: Kolektif Güvenlik Örgütleri Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 3: Kolektif Güvenlik Örgütleri
Giriş
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (North Atlantic Treaty Organization: NATO) bir Soğuk Savaş ittifakı olarak doğmuş, 40 yıl boyunca ABD ve SSCB arasındaki ideolojik bölünmenin ve bu çerçevede ortaya çıkan “dehşet dengesi” olgusunun sembollerinden biri olmuştur. Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra, SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın olmadığı bir dünyada “düşman”sız kalan NATO, kendisini “yeni dünya düzeni” olarak adlandırılan Soğuk Savaş sonrası uluslararası ortama adapte etmeye çalışmıştır.
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü
İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesi (1945), 1930’ların başlarından itibaren tüm dünyayı etkileyen çatışma ve istikrarsızlık ortamının nihayet son bulacağı yönündeki ümitlerin yeşermesine yol açmıştır. Fakat bu iyimser beklentiler kısa sürede yerini belirsizlik ve karamsarlığa bırakmıştır. Özellikle Avrupa’nın yıllarca süren silahlı çatışma ve kaos nedeniyle çökmüş ekonomiyi taşımakta zorlanmaya başlaması, savaşın İngiltere ve Fransa gibi galipleri açısından bile adeta büyük bir hezimete dönüşmesine neden olmuştur. Avrupa artık iki büyük gücün -ABD ve SSCB- desteği olmadan kendi ekonomik sorunlarını çözemeyecek ve savaşı izleyen bir kaç yıl içinde bu iki gücün kontrolüne girecek bir duruma düşmüştür.
Bu durum aynı zamanda faşizm tehlikesi nedeniyle nihai hesaplaşma sürecini erteleyen iki ideolojinin ve onların en güçlü temsilcilerinin yani ABD ve SSCB’nin yeni bir güç mücadelesine girmelerine, uluslararası sistemde iki kutupluluğa dayanan bir yapının doğmasına ve Soğuk Savaş olarak isimlendirilen yeni bir tür gerginliğin başlamasına neden olmuştur. Almanya’nın fiilen ikiye ayrılması sürecinin başlaması ve SSCB tarafından işgal edilen ülkelerde komünistlerin aşamalı olarak iktidarı ele geçirmeleri, buna ek olarak özellikle ekonomik çöküntü nedeniyle İtalya’da ve Fransa’da komünist partilerin güçlenmeye başlamaları, ABD ve SSCB’nin liderlik ettiği bloklar arasındaki ayrışma sürecinde büyük rol oynamıştır. Doğu Avrupa’daki gelişmelerden rahatsızlık duyan ABD, SSCB’yi ekonomik gücünü ve atom silahı tekelini kullanarak dizginlemek istese de başarılı olamamıştır. 1945’den 1947’ye kadar geçen dönemde uygulamaya sokulan bu stratejinin başarısızlığı 1947’de yaşanan Berlin Bunalımı ile açık bir biçimde görülmüştür. Berlin Bunalımı SSCB ile ABD’nin çok açık bir biçimde karşı karşıya geldikleri bir olay olmuş, bir anlamda Soğuk Savaş’ın başlangıcını teşkil etmiştir.
Berlin Bunalımı kadar, 1947’de yaşanan iki önemli olay daha Soğuk Savaş’ın artık tüm boyutlarıyla ortaya çıktığının göstergesiydi. Bunlardan ilki, 12 Mart 1947’de ABD Başkanı Harry Truman’ın ilan ettiği Truman Doktrini’dir. ABD böylece, komünist gerillalarla hükûmet birliklerinin çarpıştığı Yunanistan’a ve SSCB tarafından tehdit edilen Türkiye’ye toplam 400 milyon dolarlık askerî yardım yapmaya karar vermiş ve bu yardımlar 1947 yazından itibaren Türkiye ve Yunanistan’a ulaştırılmaya başlamıştır. Diğer bir gelişme ise ekonomik sorunlarının ortadan kalkmaması durumunda Sovyet etkinliğinin Batı Avrupa’ya yayılmasından endişe eden ABD’nin, 5 Haziran 1947’de, daha sonra Marshall Planı adıyla anılacak olan Avrupa’nın Yeniden İmarı Planı’nı ilan etmesidir.
Öte yandan, ABD ile SSCB arasındaki Soğuk Savaş, 1948 başında ivme kazanmıştır. Şubat 1948’de Çekoslovakya’da demokrasinin askıya alınarak Sovyet desteğine sahip komünistlerin yönetimi ellerine geçirmeleri, Batı Avrupa ülkelerinde büyük bir endişe yaratmıştır (Bkz. Prag Darbesi). Bu gelişmeden çok kısa süre sonra 17 Mart 1948’de Belçika, Fransa, Hollanda, İngiltere ve Lüksemburg Brüksel Paktı olarak bilinen bir ittifak antlaşmasını imzaladılar. Bu Antlaşma ile taraflar ortak bir savunma sistemi kurmayı, ekonomik ve kültürel ilişkilerini güçlendirmeyi kararlaştırdılar. Bu antlaşmanın 4. maddesi uyarınca taraflardan biri “Avrupa’da silahlı bir saldırıya uğrarsa” diğer bağıtlı taraflar ellerindeki tüm olanaklarla yardım edeceklerdi. Brüksel Paktı çerçevesinde aynı yılın Eylül ayında Batı Avrupa Birliği (BAB) adında bir askerî örgüt de kurulmuştur. Batı Avrupa ülkelerinin böylesi bir kolektif güvenlik örgütü kurmalarının altında SSCB’den tehdit algılamalarının yanı sıra ABD’nin telkinlerinin de büyük rolü bulunmaktadır. Avrupa’nın kolektif bir yapılanmaya gidememesinden rahatsız olan ABD Avrupa ülkelerine bu konuda baskı yapmıştır. Bu baskı sonucunda önce siyasal ve askerî boyutta BAB ve NATO, sonra ekonomik boyutta ise AET kurulacaktır. İşte NATO’nun nüvesini oluşturan BAB bu bağlamda ortaya çıkmış bir örgüttür.
ABD’li Senatör Arthur Vandenberg ABD Dışişleri Bakanlığı’na danışarak bir rapor hazırlamıştır. Bu raporda ABD’nin hukukî yoldan karşılıklı yardım ilkesine dayanan bölgesel ve toplu tedbirlere başvurmasını ve ulusal güvenliğini tehlikeye düşürecek bir silahlı saldırı durumunda tek ya da kolektif savunma hakkını kullanmadaki kararlılığını vurgulaması (BM Antlaşması’nın meşru müdafaa hakkını düzenleyen 51. maddesine yapılan gönderme dikkate alınmalıdır) ve barışın korunmasına katkıda bulunmasının önemi üzerinde duruluyordu. Vandenberg tarafından hazırlanan rapor bir karar tasarısı hâline getirilerek ABD Senatosu’na sunulmuştur. Senato’nun 11 Haziran 1948’de yaptığı oturumda görüşülerek kabul edilen bu kararla ABD’nin kolektif bir güvenlik örgütü içinde yer almasının yolu açılmıştır. Vandenberg Kararı’ndan sonra yeni bir güvenlik örgütü kurma yolunda görüşmeler yapılmaya başlanmıştır. Birkaç ay süren görüşmeler sonucunda NATO’nun kurulmasını sağlayan Kuzey Atlantik Antlaşması üzerinde uzlaşıya varılmıştır. 4 Nisan 1949’da 12 devlet tarafından bağıtlanan bu antlaşmayla Soğuk Savaş’ın ilk örgütlü askerî bloku oluşturulmuştur.
NATO’nun kurulması zaten gergin olan SSCBABD ilişkilerini daha da bozmuş, SSCB bu ittifaka sert tepki göstermiştir. Özellikle Federal Almanya’nın 1955 yılında NATO’ya katılması o zamana kadar ikili antlaşmalarla güvenlik sistemi oluşturmaya çalışan SSCB ve sosyalist ülkelerin politika değiştirmelerine ve bu çerçevede aynı yıl Doğu Blokunun kolektif güvenlik örgütü olan Varşova Paktı’nı kurmalarına neden olmuştur. Bundan sonra uluslararası sistem 1990’lara kadar bu iki karşıt blok arasındaki ilişkiler temelinde şekillenecektir.
Yapısı ve Yönetimi
NATO’nun en yetkili karar organı Kuzey Atlantik Konseyi’dir. (North Atlantic Council) Konsey’de her üye, büyükelçi düzeyinde bir Daimi Temsilci tarafından temsil edilir. Daimi Temsilciler, kendilerine bağlı siyasi ve askerî kurmay heyeti ile birlikte çalışmalarını yürütürler. Yılda iki kez ya da gerek görüldüğünde daha sık olmak üzere Konsey, Dışişleri Bakanları düzeyinde toplanmaktadır. İttifak’ın geleceğine ilişkin yeni strateji ya da politika değişiklikleri söz konusuysa üye ülkelerin devlet ya da hükûmet başkanlarının katıldığı Zirve toplantıları düzenlenir. Konsey’de kararlar oybirliği ile (konsensüs/uzlaşma usulü) alındığından, her üyenin veto yetkisi vardır. Konseyin toplantılarına NATO Genel Sekreteri başkanlık etmekte, ele alınan konuların ön hazırlığı ise birçok alt komite tarafından yapılmaktadır.
NATO’nun en üst düzeydeki memuru olan Genel Sekreter, NATO’da danışma ve karar alma süreçleri ile kendisine bağlı olarak çalışan Uluslararası Personel’in genel idaresinden sorumludur ve örgütün sözcüsüdür.
NATO’nun kurumsal yapısından ayrı fakat örgüt içi işbirliği ve danışma bakımından yardımcı kuruluşlar olarak NATO Parlamenterler Asamblesi ve Atlantik Antlaşması Konseyi (uluslararası dernek) faaliyet göstermektedir. 1995’te kurulan Asamble, NATO üyelerinin parlamentolarından gelen temsilcilerden oluşur. Kararları NATO Konseyi’ne sunulan Asamble’ye 9 Türk parlamenter katılmaktadır. 1954’te kurulan Dernek ise bir hükûmet dışı örgüt olarak NATO eylem ve amaçlarının desteklenmesi çerçevesinde yayın, toplantı vb. faaliyet gösterir.
NATO’nun sivil yapısı Savunma Planlama Komitesi, Daimi Temsilciler’den oluşur. NATO Genel Sekreteri, bu toplantılara da başkanlık eder. Ancak yılda iki kez Savunma Bakanları düzeyinde toplanarak ortak savunmayla ilgili en önemli konuları görüşür.
NATO’nun askerî yapısının en üstünde Askerî Komite yer almaktadır. Bu nedenle özel bir statüsü bulunmakla birlikte Askerî Komite, Konsey ve Savunma Planlama Komitesi’ne bağlı çalışmaktadır. Temel işlevi, her türlü askerî konuda yardım ve tavsiyelerde bulunmaktır. Burada, üye ülkelerin üst düzey askerî temsilcileri görev alır.
NATO güçlerinin örgütlenmesi Kasım 2002’deki Prag Zirvesi’nde alınan kararlarla değiştirilmiştir. Buna göre biri operasyonel diğeri işlevsel olmak üzere iki stratejik komutanlık biçiminde örgütlenmeye geçilmiştir. Operasyonel komutanlık, SACEUR’un komutasındaki Müttefik Harekât Komutanlığı’dır (Allied Command Operation-ACO). ACO, ittifakın gerek Avrupa gerekse Atlantik bölgesindeki tüm harekâtlarından sorumlu olan komutanlıktır. Bu komutanlığa bağlı olarak, merkezi Hollanda’da bulunan Kuzey Müşterek Kuvvet Komutanlığı ile merkezi İtalya’da bulunan Güney Müşterek Kuvvet Komutanlığı kurulmuştur. NATO’nun askerî kapasitesinin yeni koşullar uyarınca dönüştürülmesinden sorumlu olan işlevsel komutanlık ise merkezi Norfolk, Virginia’da (ABD) bulunan Müttefik Dönüşüm Komutanlığı’dır (Allied Transformation Command-ATC). ATC, NATO güçlerinin gerek yeni koşullara uyumunu gerekse kendi aralarındaki eşgüdümü sağlamak amacıyla yürütülecek eğitim, doktrin oluşturma ve tatbikat gibi görevlerden sorumludur.
NATO’nun Genişlemesi
4 Nisan 1949’da Washington’da imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması ile kurulan NATO’nun 12 kurucu üyesi bulunmaktaydı. Bu ülkeler; ABD, Kanada, İngiltere, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Fransa, Norveç, Danimarka, Portekiz, İzlanda ve İtalya idi.
NATO’ya ilişkin üyelik süreci 1949 tarihli Washington Antlaşması’nın 10. Maddesince düzenlenmiştir. Buna göre örgüte katılmak için gerekli yükümlülükleri üstlenebilecek olan istekli Avrupa devletleri, oy birliği sağlanması halinde üyeliğe davet edilebileceklerdir. Bunun için demokratik bir siyasi rejime ve serbest piyasa ekonomisine sahip olmak, uyuşmazlıkların barışçıl yöntemlerle çözümünü istemek, NATO operasyonlarına katkı sağlamak ve sivil-asker ilişkilerinin demokratik sınırlar içinde seyretmesi önkoşulları bulunmaktadır. Örgüt, 1949 yılında kuruluşundan itibaren 7 genişleme süreci geçirdi ve 29 üye sayısına ulaştı. 1951 yılında imzalanan protokol sonucunda Türkiye ve Yunanistan 1952 yılında NATO’ya katıldılar.
NATO’nun Görev Alanı
Görev alanı kavramı, hem amaç ve ilkeler hem de coğrafya bakımından NATO’nun eylem alanı anlamına gelmektedir. Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 5. maddesine göre taraflar, içlerinden birine ya da birkaçına karşı gerçekleşecek bir silahlı saldırıyı, örgüte üye tüm taraflara yönelik bir saldırı olarak kabul ederek, BM Şartı’nda ifade edildiği hâliyle bireysel ya da kolektif meşru savunma haklarını kullanacaklardır. Aynı antlaşmanın 6. maddesine göre ise Örgütün görev alanı, üye devletlerin ülkeleri (toprakları, karasuları, hava sahaları) ve bunların Yengeç Dönencesi’nin kuzeyinde kalan adalarını, uçak ve gemilerini kapsamaktadır.
Hukuksal durum bu olmakla birlikte, Soğuk Savaş ve sonrasında, çeşitli vesilelerle NATO’nun, antlaşmada tarif edilen bu alan dışında çeşitli eylemleri ya da girişimleri olmuştur. Bu ise alan dışılık sorunu olarak bilinmektedir.
İlk kez 1958 Lübnan müdahalesi sırasında ortaya çıkan sorun 1980’lerin başında ABD’nin, Orta Doğu’daki girişimlerinin Batı’nın savunması için önemli olduğu ve bu yüzden de ittifakın bunlara destek vermesi gerektiği şeklindeki talebiyle yeniden gündeme geldi. O dönemde Avrupalı müttefikler ise kurumsal bir yükümlülük almaktansa olaya göre tavır alma siyasetini benimsediler.Bu yönüyle, kuruluşu esnasında Soğuk Savaş dinamikleriyle oluşan NATO Alanı’nın, bugün anlamını büyük ölçüde yitirdiği ve İttifak’ın “küresel bir güvenlik örgütüne” evrilmesi tartışmalarının yoğun biçimde başladığı söylenebilir.
Barış İçin Ortaklık
Barış İçin Ortaklık- BİO (Partnership for Peace / PfP) projesi, 1994 Brüksel Zirvesi’nde açıklanmıştır. Projenin genel amacı, Soğuk Savaş’ın ardından Avrupa’da ortaya çıkan güç boşluğunu NATO temelinde gidermektir. Bu çerçevede, planlama, eğitim, vs. aracılığıyla Ortak Ülke (partner countries) ordularının NATO ile uyumlu hâle getirilerek ve bu ülke ordularının demokratik kontrolünü sağlayarak, Avrupa’nın tümünde güvenlik ve istikrar yaratılması öngörülmektedir. Avrupa güvenlik mimarisinin önemli bir parçası olan projenin, batılı demokratik kültürün Ortak ülkelerde yaygınlaştırılması gibi siyasal bir içeriği de bulunmaktadır. Ortak Ülke olmak isteyen ülkelerin imzalamak zorunda olduğu Çerçeve Belgesi’nde BM Şartı’na ve demokratik toplum ilkelerine uyma koşulu yer almaktadır. Ayrıca, BM yetkisinde ve/veya AGİT sorumluluğunda yürütülecek operasyonlara katkıda bulunmaya hazır olmak da bir diğer koşuldur. Belgede, Ortaklığa faal katılımın NATO’ya yeni üye alımında önemli rol oynayacağı da belirtilmektedir. Programın başarısı üzerine NATO 1997 yılında, BİO’yu daha güçlü ve operasyonel hale getirme kararı almıştır. Bu çerçevede çeşitli NATO karargâhlarında BİO Karargah Unsurları (PIP Staff Elements) kurulmuştur. Aynı yıl oluşturulan Avrupa-Atlantik İşbirliği Konseyi çerçevesinde, terörle mücadeleden, mayın temizlemeye kadar çok geniş bir alanda İttifak üyeleri ile BİO ülkeleri arasında yoğun işbirliği programları yürütülmektedir. 2012 itibariyle BİO programının 22 ortağı bulunmaktadır.
NATO - Akdeniz Diyaloğu Girişimi
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Akdeniz’deki güvenlik ve işbirliği konularına da ağırlık vermeye başlayan NATO 1994’te “Akdeniz Diyaloğu” girişimini başlatmıştır. Halen (2012) yedi üyesi bulunan (Cezayir, Fas, İsrail, Mısır, Moritanya, Tunus, Ürdün) bu girişimin temel amaçları, bölgesel güvenlik ve istikrara katkı sağlamak; daha iyi bir karşılıklı anlayış ortamı yaratmak; üye ülkelerde NATO’ya ilişkin önyargıları ortadan kaldırmaktır. 2004’te İstanbul’da düzenlenen NATO Zirvesi’nde, Akdeniz Diyaloğu’nun daha somut bir işbirliği ortamına dönüştürülmesi için kararlar alınmıştır. NATO’nun Akdeniz Diyaloğu, AB’nin Avrupa-Akdeniz Ortaklığı (Akdeniz için Birlik) ve AGİT’in Akdeniz Girişimi adlarındaki programlarıyla paralel hedefler doğrultusunda çalışmaktadır.
NATO - Rusya İlişkileri
NATO, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından SSCB’nin ardılı olan Rusya Federasyonu ile 1997’de NATO-Rusya Daimi Ortak Konseyi kurucu senedini imzaladı. Ne var ki süreç içinde iki taraf arasında anlaşmazlıklar baş gösterdi. NATO’nun 1999’da Kosova’ya yönelik müdahalesi, Rusya’nın bu konseyi askıya almasına neden oldu. 11 Eylül terör olaylarının ardından iki taraf tekrar yakınlaştı. 2002’de düzenlenen NATO – Rusya Federasyonu Zirvesinde Roma Bildirisiyle, siyasi diyalog ve işbirliği sağlamak amacıyla NATO – Rusya Konseyi kuruldu. 2008 yılındaki Gürcistan kriziyle tekrar kötüleşme eğilimine giren ilişkiler, 2009 yılında NATO-RF Konseyinde gösterilen işbirliği ve diyalog iradesiyle geçici olarak düzeldi. 20 Kasım 2010’da Lizbon’da düzenlenen NATO – RF Konseyi toplantısında, NRK (NATO-Rusya Konseyi) Ortak Bildirisi ve 21. Yüzyıldaki Ortak Güvenlik Sorunlarına İlişkin NATO-Rusya Ortak Değerlendirmesi belgeleri imzalandı. Ayrıca 2010 tarihli NATO Stratejik Konsept ve Sonuç Bildirgesi belgelerinde Rusya’ya ilişkin pozitif ifadeler yer aldı. 2014 yılında gerçekleşen NATO Galler Zirvesi’nde Orta Doğu’da belirginleşen radikalizm ile Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve Rusların Ukrayna’daki Rus kökenli etnik Rusları kışkırtarak ülkede iç savaş çıkarma eğilimleri ilişkilerin tekrar soğumasına yol açtı. NATO, Rusya’dan algıladığı tehdit uyarınca Rusya ile bir güç mücadelesine girişti. 2014’te Kırım’ı ilhak eden Rusya, Sivastopol limanında Karadeniz donanmasını bulundurmaktadır. Buna karşılık 8 – 9 Temmuz 2016 tarihlerinde gerçekle şen NATO Varşova Zirvesi’nde eski Sovyet Bloğundaki Baltık ülkelerine (Litvanya, Estonya, Letonya) ve Polonya’ya askeri birliklerin konuşlandırılması yönünde uzlaşmaya varıldı. Böylece NATO, toplamda yaklaşık 4 bin kişiden oluşacak 4 tabur askeri birliği Avrupa’nın kuzeydoğusuna yerleştirme kararı aldı. Diğer yandan Moskova ile diyalogdan yana oldukları vurgulandı. NATO’nun askeri birliklerini coğrafi olarak Rusya’ya doğru konuşlandırması ve Karadeniz’deki mevcudiyetini artırması Rusya açısından bir tehdit olarak algılanabilir. Bu durumun, Rusya’nın saldırgan politikalarını sürdürmesine katkıda bulunması ihtimali bulunmaktadır.
NATO - AB İlişkileri
Soğuk Savaş’ın ardından bir güç bloğu olarak ortaya çıkan AB, siyasal ve ekonomik bütünleşmenin yanı sıra askerî alanda da bir bütünlük oluşturma çabasına girişti. Bu konudaki başlıca gelişme, 1991’de imzalanan Maastricht Antlaşması’nda, Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası (Common Foreign and Security Policy) oluşturulması ve bunun için de uzun zamandır işlevsiz olan Batı Avrupa Birliği’nin (BAB) görevlendirilmesidir. 1992’de alınan kararlarla (Petersberg Görevleri) BAB’ın, barış gücü, kriz önleme, insani yardım operasyonlarında yer alması kabul edildi. Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK) anlayışı dâhilinde NATO, AB ve BAB’ın ortak politikalara yöneldiği bu süreçte, operasyonel güçten yoksun olan BAB’ı güçlendirmek amacıyla NATO’nun girişimiyle 1994’te Birleşik Ortak Görev Gücü oluşturulması kararlaştırıldı. Bir yandan NATO imkânlarını kullanması öngörülen BAB, diğer yandan 1997 Amsterdam Zirvesi ile AB’nin güvenlik örgütü olarak kabul edildi. 2000 yılında ise artık tamamen AB bünyesine alınan BAB, ayrı bir kurum olmaktan çıkarılarak feshedildi.
1999 Helsinki Zirvesi’nde 2003’e kadar, NATO imkânlarını kullanacak 60.000 kişilik Avrupa Acil Müdahale Gücü’nün kurulması kabul edildi.
NATO’nun Dönüşümü
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle NATO’nun geleneksel olarak algıladığı Komünist blok tehdidi ortadan kalkmış oldu. 11 Eylül saldırılarını takiben terörün çok boyutlu bir hal alması, teknolojide yaşanan değişimler, Rusya’nın uyguladığı yeni politikalar gibi unsurlar, örgüt için farklı tehdit algılarına yol açtı. Bölgesel istikrarsızlıklar, terör nitelikli devlet dışı aktörler, milliyetçilik tabanlı ayrılıkçı hareketler, radikal dinci unsurlar, uyuşturucu ve insan kaçakçılığı, yasadışı göç, dijital platformlarda gerçekleştirilen siber saldırılar, NATO’nun tehdit algılarının çeşitlenmesine neden oldu. Tehditlerin dönüşümü, örgütün de dönüşümüne yol açtı. Asıl amaç olan ortak savunma ve Avrupa-Atlantik alanının barışistikrarının korunması hedefleri mahfuz tutulmakla beraber bu amacı gerçekleştirmek için uygulanan yöntemlerde dönüşüm sürecine girildi.
Yeni Görev Alanları: Soğuk Savaşın ardından NATO’nun geçerliliğini yitireceğini ve varlık sebebinin ortadan kalktığına yönelik görüşler öne sürüldü. Ne var ki NATO, Soğuk Savaş’ın ardından kolektif savunma örgütünden kolektif güvenlik örgütüne doğru bir dönüşüm sürecine girdi. Bu süreçte NATO, geleneksel görev alanlarını revize ederek genişletti. Örneğin Yugoslavya topraklarında çıkan iç savaşta BM ile birlikte iki türlü aktif rol aldı. NATO, deniz kuvveti kanalıyla Adriyatik’te BM’nin Yugoslavya’ya yönelik askeri teçhizat ambargosunu denetledi. Diğer yandan hava kuvveti kanalıyla Bosna Hersek ve Hırvatistan hava sahalarının Sırp hava kuvvetlerine kapatılmasını sağladı. Esasen NATO’nun kendi sınırlarının ötesinde giriştiği bu operasyonlar yazılı mevzuatına aykırıysa da bu durum 1999 tarihli Stratejik Konsept ile düzeltildi. 11 Eylül ve Afganistan operasyonları sonrasında 2010’da gerçekleştirilen Lizbon zirvesinde aynı irade pekiştirildi. Böylece NATO’nun yeni görev alanları arasına; asimetrik tehditlerle, siber saldırılarla mücadele, illegal göç ve insan ticaretiyle mücadele, enerji iletim kanallarının ve denizlerdeki ulaşım yollarının korunması gibi unsurlar girmiş oldu. NATO sınırlarının ötesinde gerçekleşmesi halinde dahi terör ve suç örgütü faaliyetleri ile mücadele yaklaşımı benimsendi. Bu unsurlar örgüte yönelik doğrudan tehdit kapsamına alındı. Örgüt, kriz yönetimi olarak belirttiği diğer bir görev alanıyla sınırları dışında çıkacak olası çatışmaları henüz çıkmadan önleme ve çatışmaları önler nitelikteki barışı temin operasyonlarını yürütme iradesi gösterdi. İşbirliğine dayalı güvenlik kavramı ise, örgütün kendi üyeleri dışından aktörlerle ortak çalışmasını öngörmektedir. Örgüt, bu yönde Rusya, Ukrayna ile ortaklık bağları tesis etti. Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da belirli devletlerle işbirlikleri geliştirdi.
Kurumsal Dönüşüm: NATO’nun dönüşümü yalnızca görev alanlarının revizyonuyla sınırlı kalmadı. Dönüşüm, örgütün kurumsal yapısına da yansıdı. Bu amaçla 2002’de Müttefik Harekât ve Müttefik Dönüşüm Yüksek komutanlıkları kuruldu. İlki NATO askeri güçlerinin günlük faaliyetleri üzerine odaklanmışken ikincisi NATO askeri güçlerinin geleceğine ilişkin hedeflere nasıl ulaşılacağı konusuna yoğunlaştı.
NATO’nun Siklet Merkezinin Orta Doğu’dan ve Akdeniz’e Kayması: Avrupa Müttefik Komutanı bünyesinde Müttefik Harekât Komutanlığı ve Müttefik Dönüşüm Komutanlığı adı altında iki komutanlık aktif olarak görev yapmaktadır. 2010 tarihli Lizbon Zirvesi’nde Müşterek Kuvvet Komutanlıklarının sayısı ise üçten ikiye düşürüldü: Hollanda Brunssum ve İtalya Napoli. Ayrıca Lizbon’da alınan kararla NATO’nun tüm kara harekâtının (5. Madde ve 5. Madde dışı harekâtlar) komuta ve kontrolünden sorumlu bir karargah oluşturuldu. Bu karargah Türkiye’nin İzmir kentine konuşlandırıldı. Bu gelişme, örgütün önem verdiği bölgenin Avrupa’dan Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’ya geçtiğini göstermektedir. Bu noktada Akdeniz’de sürekli olarak bulunan Akdeniz Hazır Deniz Kuvvetleri gücünü de göz önüne almak gerekmektedir.
NATO Operasyonları
NATO’nun Soğuk Savaş’ın ardından sorumluluk alanının haricinde faaliyet gösterme eğilimine girdiği görülmektedir. Örgüt Soğuk Savaş’ın ardından kendi sınırları dâhilinde olmamasına rağmen Bosna Hersek, Kosova, Afganistan’ da operasyonlar yürüttü. Somali’de deniz korsanlığı ile mücadele etti. Libya’da bir operasyon gerçekleştirdi. Lizbon’da kabul edilen Stratejik Konseptle örgütün küresel bir aktör olma yolunda adım attığı sonucuna varılabilir. Böylece yalnızca üye ülkelerinin sınırlarında faaliyet gösteren değil, bu sınırların ötesinde yaşanacak krizlere hatta olası krizlere yönelik önleyici tedbir almak suretiyle müdahale edebilecek bir örgütün öne çıktığı görülmektedir.
NATO’nun sürdürdüğü bir diğer operasyon ise hava devriyesine yöneliktir. Bu misyonun oluşturulmasında Rusya’nın 2014 yılında Ukrayna’ya yaptığı müdahalenin rolü olduğu NATO belgelerine yansımıştır. NATO, hava devriyesi misyonuyla hava sahası ihlallerini denetlemekte ve gerekli önlemleri almaktadır. Bu kapsamda Arnavutluk’ta, Sloveyanya’da ve Baltık bölgesinde hava sahasının denetimini artırmak adına hava gücüne takviyeler gerçekleştirdi. Bu bölgelerde Rus savaş uçaklarının müttefik hava sahasını ihlal ettiğini tespit etti. Bu misyon, örgütün kolektif savunmasına katkı sunmakta ve deniz gücünü kapsaması vesilesiyle ihtiyaç halinde denizde faaliyet gösterebilmektedir. Ayrıca NATO savunma sistemini ve örgütün balistik savunma sistemini de kapsamında bulundurmaktadır.
Türkiye - Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü İlişkileri
İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan gelişmeler Türkiye’nin Batı İttifakı içinde yer alma tercihinin çok daha somut bir biçimde ortaya çıkmasına neden olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra Türkiye bu tercihini çok daha belirgin bir biçimde dile getirmiştir. 1949’da NATO’nun kurulmasından sonra bu tercih doğal olarak Batı İttifakı’nın simgesi olarak görülen NATO üyeliğinin sağlanabilmesi çabalarında somutlaşmıştır. 1949’dan üyeliğin sağlandığı 1953’e kadar geçen dönem Türkiye’nin bu yöndeki bitmez tükenmez çabalarına sahne olmuştur. Türkiye’nin NATO üyesi olma çabasının temel nedenleri ise şu şekilde özetlenebilir:
- 1945-1946 yıllarında Türkiye’ye verilen Sovyet notalarının da büyük etkisiyle SSCB’den tehdit algılanması sonucu NATO üyeliğiyle ulusal güvenliğin sağlanabileceği düşüncesi,
- Türk egemen elitinin NATO üyeliğini cumhuriyetin ilanından beri benimsenen Batıcı dış politikanın doğal bir sonucu olarak görmesi,
- Türkiye’nin Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde ABD’den almaya başladığı ekonomik ve askerî yardımların NATO’ya üye olunması halinde devam edeceği hatta daha da artacağı inancı,
- İkinci Dünya Savaşı sonrasında liberal fikirlerin Türk aydınları arasında kök salması sonucunda kamuoyunda NATO üyeliğinin bu ideolojik değişimin doğal bir uzantısı olarak görülmesi,
- Türkiye’nin sosyo-ekonomik gelişimine paralel bir biçimde oluşan ulusal burjuvazinin Batı ile bütünleşmeyi ve bu bağlamda NATO üyeliğini desteklemesi.
1948 yılında Brüksel Antlaşması’nın imzalanması gerek Türk kamuoyunun büyük çoğunluğu gerekse Türk siyasetçileri arasında büyük bir memnuniyetle karşılanmıştır. Türk hükûmeti ve aydınları Avrupa’nın “Sovyet tehdidine” karşı savunulabilmesi açısından uluslararası bir ittifakın zorunlu olduğunu ve Türkiye’nin de bu ittifakın doğal üyesi olduğunu düşünmekteydi. Ancak ittifakın kurulmasından sonra beklenen davetin gelmemesi Türkiye’de büyük hayal kırıklığı ve memnuniyetsizlik yaratmıştır. NATO’nun kurulmasından ve kendisinin üye olamamasından sonra Türk hükûmeti nihai hedefi olan NATO üyeliğini hem sağlayabilmek hem de belirli ölçüde ikame edebilmek için başka bir alternatifi dile getirmeye başlamıştır. Dönemin Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak tarafından ortaya atılan alternatif bir Akdeniz Paktı’nın kurulmasıydı. Türkiye NATO üyeliği ile sağlayamadığı ABD desteğini ve garantisini bu paktın kurulmasıyla sağlayabileceğini düşünmekteydi. Türkiye’nin bu girişimi ABD’den gerekli desteği sağlayamaması nedeniyle kısa sürede gündemden düşmüştür.
Türkiye’nin NATO Üyeliği
NATO üyeliğini sağlamak için yeniden girişimde bulunmak isteyen hükûmet 11 Mayıs 1950’de üyelik başvurusu yapmıştır. Ardından Türkiye’nin NATO üyeliğini sağlama yolunda attığı ilk adım Kore’ye asker göndermek olmuştur. Menderes hükûmeti Kore Savaşı’nı Türkiye’nin “Hür Dünya” ile birlikte yer alarak NATO üyeliğinin sağlanması açısından kaçırılmaması gereken bir fırsat olarak görmüştür. Bu kararın alınmasından bir hafta geçmeden Türkiye 1 Ağustos 1950’de ikinci başvurusunu yapmıştır. Türkiye’nin başvurusu Eylül ayında toplanan NATO Bakanlar Konseyi tarafından reddedilmiştir. İngiltere’ye göre Türkiye Atlantik Paktı yerine İngiltere öncülüğünde Orta Doğu’da kurulacak savunma örgütlerine dâhil olmalıydı.
15 Mayıs 1951’de ABD’nin müttefiklerine Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya önermesiyle sona ermiştir. ABD politikasındaki bu değişimin bir kaç nedeni bulunmaktaydı: Bunlardan birincisi, SSCB’nin artan nükleer kapasitesi nedeniyle çok kısa bir süre içinde ABD’ye kitlesel bir kıyıma ve büyük bir yıkıma neden olabilecek saldırılar yapabileceği endişesiydi. İkincisi, Kore Savaşı ve 3. Dünya gelişmelerinin gösterdiği gibi “uluslararası komünizm” güç kazanmaktaydı. Sovyet etkinliğinin Orta Doğu’ya yayılmaması için Türkiye’nin bir “bariyer” olarak güçlendirilmesi ve Batı askerî sistemine tam olarak dâhil edilmesi gerekiyordu. Üçüncüsü, 1948 yılında SSCB ile ilişkilerini koparan ve Kominform’dan çıkarılan Yugoslavya’nın durumuydu. SSCB ile ilişkilerini koparan ilk sosyalist ülke olan Yugoslavya’nın korunması ABD açısından büyük önem taşımaktaydı. Bunu sağlamada Türkiye ve Yunanistan’ın önemli bir rolü bulunmaktaydı. Bu iki ülkenin NATO’ya katılımıyla ittifakın Balkanlar üzerindeki etkisi artacaktı. Ayrıca petrol kaynakları nedeniyle Orta Doğu’nun artan önemi Türkiye ve Yunanistan’ın üyeliğini gerekli kılmaktaydı. Son olarak, Türk birliğinin Kore Savaşı’nda gösterdiği üstün performans ve Amerikan birliklerini imha edilmekten kurtarması özellikle ABD kamuoyunda Türkiye’ye yönelik sempatiyi arttırmıştı.
İngiltere, Norveç ve Danimarka’nın muhalefetlerine rağmen özellikle ABD’nin ağırlığını koymasıyla birlikte 16-20 Eylül 1951’de yapılan NATO Bakanlar Konseyi toplantısında Türkiye ile Yunanistan’ın İttifaka davet edilmeleri kararlaştırıldı. Bu tarihten itibaren yapılan görüşmelerde İngiltere’nin girişimleriyle gündeme gelen yeni üyelerin hangi NATO komutanlığına bağlanacağı konusu sorun yaratsa da sonuçta 18 Şubat 1952’de Türkiye ve Yunanistan NATO üyesi oldular.
Türkiye’nin NATO’daki Yeri ve Rolü
Türkiye, 1952 yılında üye olduğu NATO ile ilişkilerine özel bir önem vermektedir. Washington Antlaşması’nın ortak savunmayı öngören 5. Maddesi, Türkiye için önemli bir teminattır. Ayrıca NATO üyeliği, Türkiye’ye uluslararası siyasetin şekillenmesinde rol oynama fırsatı vermektedir.
Türkiye, NATO’nun güney doğu sınırını oluşturmaktadır. 11 Eylül 2001 terör saldırıları ve 2011 yılından itibaren Suriye’de yaşanan istikrarsızlık, Türkiye’nin örgüt açısından önemini daha da artırmıştır. Türkiye’nin ordusu asker sayısı açısından NATO üyeleri arasında ikinci sırada gelmektedir. Diğer yandan tarihsel mirası ve kültürel dokusu açısından NATO’nun içinde Müslüman nüfus açısından biricik özelliğe sahiptir. Bu nitelikler, NATO’nun Afganistan, Bosna Hersek, Kosova operasyonlarına sağladığı katkılara yansımıştır.
Türkiye - NATO İlişkilerinde Kıbrıs Faktörü: NATO ve Avrupa Birliği, Soğuk Savaş sonrasında çok boyutlu bir hal alan güvenlik tehditleri karşısında 2001 yılından itibaren resmen işbirliği sürecini başlattı. NATO’nun askeri gücü itibariyle öne çıkan yapısıyla AB’nin üye ülkelerinin halklarını temsil eden yapısı görünürde birbirini tamamlamaktadır. Fakat Kıbrıs sorunu, bu iki kurumun işbirliğinin önünde bir engel olarak durmaktadır. Kıbrıs sorununun çözümü beklenmeden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin sanki Kıbrıs’ın tek temsilcisiymişçesine 2004’te AB’ye üye yapılması sorunların daha karmaşık bir hal almasını sağladı.
Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü
SSCB’nin dağılmasının ardından, eski Sovyet coğrafyasında güvenliğin sağlanması konusunda en önemli rolü, “ardıl devlet” sıfatıyla Rusya Federasyonu oynamıştır. Rusya Federasyonu (RF), ilk olarak 7 Mayıs 1992’de kendi ordusunu kurmaya girişmiştir. Yanı sıra, 15 Mayıs 1992’de Bağımsız Devletler Topluluğu Devlet Başkanları tarafından Taşkent’te Kolektif Güvenlik Antlaşması imzalanmıştır. 5 yıllık bir süre için imzalanan bu anlaşma, 4. maddesinde düzenlenen “taraflardan birine yönelecek saldırının, tüm taraf devletlere yönelmiş olacağının kabul edilmesi” ilkesi nedeniyle tipik bir ortak savunma (ittifak) örgütü niteliği taşımaktadır. RF, yakın çevre olarak tanımladığı bu bölgeye verdiği önemi, 1993 tarihli Askerî Doktrin’de de açıkça dile getirmiş, aynı kaygı 10 Şubat 1995’te kabul edilen Kolektif Güvenlik Konsepti’ne de yansımıştır. 26 Mayıs 1995’te BDT Devlet Başkanları tarafından kabul edilen “Dış Sınırların Korunmasına İlişkin Sözleşme” ile sınırlar zaten var olan Rus askerler tarafından korunmaya alınmıştır.
Kolektif Güvenlik Antlaşması’nın süresi 1999’da dolmuştur. Nisan ayında uzatılması gündeme geldiğinde, Azerbaycan, Gürcistan ve Özbekistan Antlaşma’dan çekilmişlerdir. Böylece, zaten tüm bölgeyi kapsayamayan güvenlik yapısı bir darbe daha almıştır. 1990’larda bölgede ortak bir güvenlik yapılanmasının gerçekleştirilememesinin pek çok nedeni vardır. Her şeyden önce, (günümüzde de öne sürülen) böyle bir yapılanma içerisinde RF’nin belirleyici ve denetleyici etkisi zaman zaman diğer devletlerin çıkarlarıyla örtüşmemiştir. İkincisi, bölgedeki bazı devletlerin (Moldova, Türkmenistan, Ukrayna) başından başlayarak bu girişimi reddetmesi başarısızlığın önünü açmıştır. Üçüncüsü, gönülsüzce de olsa girişimin içinde yer alan Azerbaycan, Gürcistan ve Özbekistan beklentilerini karşılayamamıştır. Son olarak, uluslararası ortamdaki genel yapıdan da söz edilebilir. 1990’ların sonunda bir yandan RF hem ekonomik (1998 bunalımı) hem de askerî (Çeçenya’daki durum) açılardan en güçsüz dönemini yaşarken, öte yandan ABD “önce Rusya” (Russia first) politikasını terk ederek, eski Sovyet coğrafyasını “yaşamsal çıkar alanı” ilan etmiştir.
BDT yapılanmasının 1990’larda eski Sovyet coğrafyasında güvenliğin sağlanmasında önemli katkılar yaptığı teslim edilmelidir: İlk on yıl içerisinde,
- Nükleer silahların Kazakistan ve Ukrayna’dan RF’ye taşınarak Orta Asya/ Kafkaslar’da nükleer/kimyasal silahlardan arındırılmış bir bölge oluşturulması,
- RF ile Ukrayna arasındaki Karadeniz Donanması’nın paylaşımına ilişkin sorunun “geçici olarak da olsa” çözülmesi,
- Gerçekleştirilen barış gücü operasyonlarıyla bölgede süren etnik çatışmalar çözüme kavuşturulamasa da daha fazla kan dökülmesinin önlenmesi, BDT’nin katkılarıyla sağlanmıştır.
14 Mayıs 2002’de Moskova toplantısında Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü (KGAÖ)’nü (Collective Security Treaty Organisation: CSTO) kurma kararı alınmış, 7 Ekim’de gerçekleşen Kişinov (Moldova) zirvesinde ise üye devletler arasında iki önemli belge imzalanarak örgütün kurulması süreci tamamlanmıştır: KGAÖ’nün Hukuki Statüsüne İlişkin Anlaşma ve KGAÖ Şartı (29 maddeden oluşur). İlgili anlaşmalar, diğer devlet parlamentolarında onaylandıktan sonra 15 Mayıs 2003’te Duma’dan geçerek yürürlüğe girmiştir.
ABD’nin 2003’te Irak’ı işgalinin ardından Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan’da peş peşe yaşanan iktidar değişiklikleri KGAÖ devletlerini kaygılandırmıştır. Temmuz 2005’te Andican bölgesinde yaşanan ayaklanma girişiminden Özbekistan ABD’yi sorumlu tutmuş, ülkesindeki ABD askerî üssünü (Hanabad) kapatmakla kalmamış, 23 Haziran 2006’da KGAÖ’ne katılmıştır. Buradan yola çıkarak, eski Sovyet coğrafyasında 1990’larda kurulamayan güvenlik yapısının 2000’lerde kurulabilmesinin en temel nedenlerinden birinin bölgedeki ABD askerî varlığı olduğu söylenebilir. Bir başka neden, Afganistan’da alt edilmesi şöyle dursun giderek güç kazanan Taliban’ın başını çektiği köktendinci terörist akımların bölgede güvenliği tehdit eder hale gelmesidir. Son olarak, yine bu terörist yapıların elinde bulunan uyuşturucu trafiği de KGAÖ devletlerini birbirine yakınlaştıran başka bir etken olmuştur.
Yapısı ve Yönetimi
Kolektif Güvenlik Antlaşması’nın 4. maddesi tıpkı NATO’nun 5. maddesi gibi düzenlenmiştir: “Taraf devletlerden biri bir devlet ya da devlet grubunun saldırısına uğradığında, bu saldırı tüm üye devletlere yapılmış sayılacaktır”. KGAÖ’ne, 2 Aralık 2004’te BM Genel Kurulu tarafından gözlemci statüsü tanınmıştır.
7 Ekim 2002’de imzalanan örgütün kurucu antlaşmasının ikinci bölümü “amaç ve ilkeler” başlığını taşımaktadır. Buna göre temel amaçlar,
- Barış, uluslararası/bölgesel güvenlik ve istikrara güç katmak,
- Üye devletlerin bağımsızlık, toprak bütünlüğü ve egemenliklerini kolektif temelde sağlamak,
- Uluslararası hukukun evrensel kabul görmüş değerleri üzerine inşa edilecek adil ve demokratik bir dünya düzeninin oluşturulmasına katkıda bulunmaktır. Bu amaçlara ulaşmak için üye devletler,
- Bağımsızlık, gönüllü işbirliği, hak ve sorumluluklarının eşitliğine saygı gösterme,
- Ulusal hukuka ilişkin içişlerine karışmama,
- Diğer anlaşmalardan kaynaklanan hak ve sorumluluklarına halel getirmeme ilkelerini benimsemişlerdir.
Örgütün organları şunlardır:
Kolektif Güvenlik Konseyi, devlet başkanlarından oluşan örgütün en üst düzey organıdır. Örgütün gündemini belirler, amaçlarına ulaşabilmek ve üye devletler arasında eşgüdüm sağlayabilmek için kararlar alır. Konsey aynı zamanda KGAÖ Şartı’nın yorumlanması konusunda üye devletler arasında çıkacak olası yorum farkları karşılıklı bilgi alış verişi ve görüşmeler yoluyla giderilemediği durumlarda buna son verecek tek organdır.
Danışma ve Yürütme Organları, Dışişleri Bakanları Konseyi, Savunma Bakanları Konseyi ve Güvenlik Konseyi Sekreterleri Komitesi’nden oluşur. Bu organlar pratikte BDT yapısı içindeki örgütlenmeyle örtüşür. Yalnızca askerî/siyasal bütünleşme konularında BDT’nin tüm üyeleri arasında yol alınamadığı zaman toplantılar KGAÖ çatısı altında sürdürülür.
Bir başka danışma ve yürütme organı da Daimi Konseydir. Daimi Konsey üye devletlerin ulusal prosedürleri uyarınca atanmış tam yetkili temsilcilerinden oluşur. Daimi Konsey, KGK’nin toplantıları arasında geçen süre içerisinde örgütün organları tarafından alınan kararların uygulanmasında ortak eylemlerin eşgüdümünü sağlamakla yükümlüdür.
Askerî ve Güvenliğe Özgü Organlar, Ortak Karargâh, Devletlerarası Askerî-Ekonomik İşbirliği Komisyonu ve Yasadışı Göçle Mücadele Eşgüdüm Konseyi’dir.
23 Haziran 2005’te kurulan Devletlerarası Askerî Ekonomik İşbirliği Komisyonu da, BDT içerisinde daha önceki yapılanmanın yerini almıştır. Üye devletlerin askerî-endüstriyel yapılarındaki üretim sektörlerinden sorumlu bakanları düzeyinde temsilcilerinden oluşur. Yılda en az iki kez toplanır. Üye devletler arasında çok taraflı askerî/ekonomik işbirliğini arttırarak geliştirmeye çalışır.
KGAÖ içerisinde yeni bir organ da Yasadışı Göçle Mücadele Eşgüdüm Konseyi’dir. 6 Ekim 2007’de Duşanbe’de toplanan KGK kararıyla kurulan bu organ üye devletlerin ilgili organlarının temsilcilerinden oluşur ve yılda en az iki kez toplanır. Adından da anlaşılacağı gibi yasa dışı göçü engellemeye yönelik öneriler hazırlar ve bu konuda alınan kararların uygulamasını izler.
Sekretarya, Örgütün diğer organlarının işleyişine ilişkin hizmet sunar. Daimi Konsey’le birlikte karar taslaklarını ve örgütün diğer organlarının belgelerini hazırlar. Nihai olarak KGK tarafından onaylanacak örgütün bütçesinin taslağını hazırlama görevi de sekretaryadadır.
Parlamentolararası Asamble, BDT içerisinde üye devletlerin yasama organları arasında eşgüdümü sağlamak ve işbirliğini arttırmaya yönelik bir yapılanma 1999’da sağlanmıştır.
Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü’nün İşlevi
KGAÖ’nün temel olarak üç alanda etkinlik yürüttüğü söylenebilir: Üye devletlerin dış politikalarında uyum, savunma politikalarında eşgüdüm sağlamak ve askerî konularda işbirliği yapmak. Örgütün izlediği politikalar değerlendirildiğinde özellikle başka iki uluslararası örgütle işbirliğine önem verdiği göze çarpmaktadır. Bunlardan biri NATO, diğeri de Şanghay İşbirliği Örgütü’dür.
Savunma politikalarında eşgüdüm çabası örgütün başka bir hedefidir. KGAÖ, başından başlayarak temel amaçlarını bölgedeki yeni tehditlerle baş etmek olduğunun altını çizmiştir. Uluslararası terörizm, silah ve uyuşturucu ticareti ile buna eşlik eden yasadışı göç hareketlerine karşı mücadele ancak bölge devletlerinin sıkı işbirliği ile mümkündür. KGAÖ üyeleri bölgedeki bu sorunlara ilişkin kendi aralarında yürüttükleri işbirliğinin yanı sıra NATO, ŞİÖ, BM Güvenlik Konseyi’nin Terörizme Karşı Komitesi, AGİT gibi örgütlerle de işbirliği hâlindedir.
Son olarak, askerî bir ittifak niteliği taşıyan KGAÖ’nün askerî yapısından söz etmek gerekir. KGAÖ içerisinde üç farklı bölgesel yapı söz konusudur. Birincisi RF ve Belarus birliklerinden oluşan Doğu Avrupa bölgesidir. İkincisi, RF ve Ermenistan birliklerinden oluşan Kafkaslar bölgesidir ki, Ermenistan’daki üsler yardımıyla bu birlikler Türkiye ve İran sınırlarında gözlem/keşif görevi de yapmaktadırlar. Son askerî bölge Merkezi Asya’dır. Bu bölge RF dışında Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ı kapsar. Söz konusu bölge devletleri 11 Ekim 2002’de Bişkek’te düzenlenen zirvede, üye devletlere dış tehditlere karşı yardım edecek bir Ortak Acil Müdahale Gücü oluşturma kararı almışlardır.
KGAÖ devletleri kendi aralarında çıkacak anlaşmazlıkları oydaşma yoluyla aşmaya çalışmaktadır. İttifakın askerî niteliği ancak üçüncü devletlerden gelecek saldırı durumunda geçerlilik kazanmaktadır. Son olarak, 20 Aralık 2011’de Moskova’daki KGK toplantısında alınan bir karar, örgütün kendi faaliyet alanında varlığını pekiştirirken, üçüncü devletlerin etkinliğini azaltma yönündedir. Karar uyarınca “üye devletlerden birinin ülkesinde üçüncü bir devletin askeri üs açabilmesi için, örgütün diğer tüm üyelerinin onayı” gerekmektedir.