ULUSLARARASI POLİTİKA II - Ünite 1: Uluslararası Politika ve Egemenlik Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 1: Uluslararası Politika ve Egemenlik

Giriş

Egemenlik, esasen siyasi bir kavram olarak kullanıldığı ilk andan bu yana betimleyici ya da açıklayıcı olmaktan çok gücü ve güç dengelerini meşrulaştırmak ya da eleştirmek için kullanılmıştır. Philippe de Beaumanoir egemenlik kavramını ilk kez XIII. yüzyılda iktidar ilişkileri için kullanırken Kralı, egemen (souverain) ve krallık içindeki pozisyonunu da egemenlik (souverainete) olarak tanımlamıştır. Ancak Orta Çağ Avrupa’sında iktidarın dünyevi ve ilahi iktidar arasında bölünmesiyle ortak kullanılan birden çok iktidarın mevcudiyeti, egemenlik kavramının neredeyse hep çoğul kullanılmasını gerektirmiştir. Egemenlik XVI. yüzyıldan itibaren öncelikle mutlaklık, bölünmezlik, sınırsızlık ve devredilmezlik özellikleriyle dile getirilmeye başlanmıştır. Bu özellikler, aynı zamanda dönemin siyasi yönetimleriyle de örtüşmüştür.

Egemenlik, bir devletin otoritesini, otoritesinin yapısını ve bu otoritesini sınırları dâhilinde etkin bir biçimde kullanabilmesini ifade etmektedir. Egemenlik hem kural koyma otoritesi hem de koyduğu kuralları uygulayabilme kapasitesidir. Bu hâliyle egemenlik; yasal ve politik otoritenin yerini, politik gücün kullanımını ve uluslararası düzeyde politik toplumun bağımsız statüsünü tanımlayan, kural koyanlar ile bu kurallara uyanlar arasındaki ilişkiyi açıklayan bir kavramdır.

Klasik tasnifte egemenlik, iç ve dış egemenlik olmak üzere iki ayrı görünüme sahiptir. İç egemenlik, devletin ülke sınırları içinde tüm sosyal ve siyasi gruplara karşı üstünlüğünü, kendi sınırlarında giren-çıkan mallar, insanlar vb. üzerinde de mutlak biçimde kontrol sahibi olabilmesini ifade etmektedir. Dış egemenlik ise devletin başka bir devlete bağımlı olmadığını, diğer devletlerle hukuken eşit konumda olduğunu ifade etmek için kullanılmaktadır. Stephen D. Krasner, egemenliğin farklı boyutlarına dikkat çekmiş ve kavramı şu dörtlü bir tasnife tabi tutmuştur:

  • İç egemenlik: Bir devlette kamu otoritesinin örgütlenmesi ve bu otoritenin denetim mekanizmasına, kontrol gücüne sahip olması,
  • Sınır ve karşılıklı bağımlılık egemenliği: Kamu otoritesinin sınır aşan hareketlerini de denetleyebilme kabiliyeti,
  • Uluslararası hukuk egemenliği: Devletlerin birbirlerini tanımaya dayalı egemenlik alanı,
  • Westphalian egemenlik: Dış aktörlerin iç otorite konfigürasyonuna müdahale edememesi.

Egemenlik Fikrinin Tarihsel Gelişimi

Egemenlik kavramını ilk kez ele alıp inceleyen düşünür Jean Bodin’dir. Bodin, devletin var olması için gerekenin içte kişiler üzerinde sınırsız ve üstün, dışta da bağımsız bir iktidar olduğunu belirtmiş ve bu gücün niteliğini ifade etmek için egemenlik sözcüğünü kullanmıştır. Jean Bodin 1566’da Methodus ad Facilem Historiarum Cognitionem ( Tarihin Kolay Bilgisi Yöntemi) isimli kitabında egemenlik kavramıyla ilgili ilk düşüncelerini yayımlamış. Bodin yetki kataloğu ile devlet gücünü betimlemeyi değil, daha çok devletin yönetim biçimini ortaya koymayı amaçlamaktaydı. Bu yetkilerin bir kişide, bir azınlıkta ya da çoğunluğun elinde toplanmasına göre monarşiden, aristokrasi ya da demokrasiden söz edilebileceğini belirtmektedir. Jean Bodin’e göre egemen, yasalarla başkalarına emirler verip bağlayıcı kararlar alabilen ama kendisi asla yasalara tabiî olmayandır.

Bodin gibi Hobbes’un egemenlik anlayışında da egemenlik bölünmez, devredilemez ve paylaşılamazdır. İktidarın tek meşru kaynağı, egemenliği kendisinde toplayan kral/prenstir. Egemenliğin temel unsuru olan devletin amacı güvenliktir. Devleti kurmak için insanların bütün kudret ve güçlerini tek bir kişiye veya hepsinin iradesini oyların çokluğu ile tek bir iradeye indirgeyecek bir heyete devretmeleri gerekmektedir. Hobbes, bu tek kişilik özneye “egemen,” onun dışındaki herkese de “uyruk” demektedir. Hobbes’a göre egemen, Bodin’de olduğu gibi toplum yasalarına bağlı değildir. Yasaları istediği zaman kaldırabildiğinden ya da değiştirebildiğinden egemenin yasalara bağlı olması da mantıklı değildir. Aksi hâlde devletin varlığı tehlikeye düşecektir.

Egemenlik Rousseau’ya göre genel iradenin tecellisidir ve genel irade ise siyasi bedenden ibaret iradesiyle moral bir varlık olup her halükarda bütünün ve parçalarının korunması ile iyiliğe yönelen, yasaların kaynağı olan devletin tüm üyeleri için haklı ve haksızı belirleyen bir kuraldır. Toplum sözleşmesinde bireylerin kendi doğal haklarından vazgeçmeleri söz konusu olmayıp aksine vazgeçme yerine güvenli bir toplumsal hayat oluşturmak için yararlı bir değiş tokuş vardır. Böylece Rousseau toplum sözleşmesi kuramıyla bireylerin devlet kurmalarındaki temel fikri ve bu sözleşmeden doğan yurttaşlık, halk ve egemen gibi statüleri açıklamaya çalışmıştır. Rousseau’nun toplum sözleşmesinin temelinde her insanın diğerleriyle birleştiği hâlde onu özgür olmaktan çıkarmayacak bir birlik fikri yatmaktadır. Bunun koşulu da sözleşmeyle kendisini bağlayan bütün bireylerin aynı konumda bulunmalarıdır. Bu çerçevede Rousseau’nun egemenlik anlayışı, halkın iradesinin yani genel iradenin işleyişidir. Bu nedenledir ki egemenlik hiçbir zaman başkasına devredilemez çünkü halk kolektif bir varlık olan egemenliği de ancak yine kendisi temsil edebilir: İktidar başkasına geçebilir ama irade geçemez.

Emmanuel-Joseph Sieyés, ilk iki hükümranlık sahibi yapıyı oluşturan ve temsil imkânı yakalayan din adamları ve aristokrasiden bağımsız olarak burjuvaziyi devletin taşıyıcı unsuru ve ulusun kendisi olarak tanımlamıştır. Sieyés’e göre, böylece halk egemenliğinden nihai olarak ulus egemenliğine geçişi sağlanacaktır. Herkese ortak olan ulusal irade ortaya çıktığında iktidar kamuya ait olur. Kamuya yani ulusa ait olan iktidar, egemenliğin de sahibidir ve Bodin’den bu yana egemenin sahip olduğu bütün nitelikleri barındırır.

Küreselleşme ve Egemenlik

Küreselleşme ile birçok kavram gibi egemenlik de daha çok tartışılmaya başlamıştır. Küreselleşme, kişilerin ve toplumların yaşam koşullarını şekillendiren, coğrafi sınırlarının önemini azaltan bir dizi ekonomik, kültürel ve teknolojik süreci ifade etmektedir. Buna uygun olarak küreselleşme, yerel toplulukları etkileyerek ulusdevletlerdeki ulusal kimlik, yurttaşlık ve egemenlik bağlarını azaltarak toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal yaşamda kendisini göstermiştir. İki dünya savaşının tecrübesiyle ortaya çıkan yeni bir dünya algısı, devletlerin oldukça önem atfettikleri kimlik, kültür, ulus ve egemenlik gibi kavramları tehdit etmeye başlamıştır. Küreselleşme, bu algıyı ivmelendiren, derinleştiren ve perçinleyen bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Küreselleşmenin devletlerin birbirleriyle ilişki kurmasından çok daha fazlasını, asıl bireylerin ve onların oluşturdukları gönüllü toplulukların tüm dünyada etkileşime geçmesini ifade etmektedir. Küreselleşme, yerel oluşumların kilometrelerce uzaktaki olaylarca şekillendirilmesi ya da tersi biçimde, uzak yerellikleri birbirine bağlayan dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşmasını beraberinde getirmiştir.

Görüldüğü üzere küreselleşme çok boyutlu bir perspektife sahiptir ve tüm dünyanın etkileme ve etkilenmesini açıklamaya yönelik bir işlevselliğe sahiptir. Bu bağlamda devletler arasındaki etkileşimin artması ortaya çıkan sorunların ortak çözümü için yeni bir düzen arayışını gerektirdikçe devletleri de alternatif sistemlere yönlendirmektedir. Devletlerin küresel bazda ortaya çıkan savaş, hastalık ve kriz gibi sorunlara ortak akıl oluşturmak için kurduğu sistemlerden birisi uluslararası örgütlerdir. Bu uluslararası örgütlerin kurulması, çatışmaları kısmen azaltırken savaşları en azından teorik olarak caydırıcı hâle getirmiş ve devletlerin birbiriyle sorunlarını tartışabilecekleri platformlar oluşturmasına imkân tanımıştır. Özellikle Birleşmiş Milletler (UN) ile Dünya Bankası (WB), Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Avrupa Konseyi gibi örgütler II. Dünya Savaşı sonrasında nicel ve nitel anlamda hızla yaygınlaşmışlardır. Uluslararası örgütler, devletlerin egemenliklerinin bir bölümünü bu kuruluşlara devretmesiyle etkin hâle gelebilmektedir. Öte yandan küreselleşme, devletleri ortak değerlere sahip, ortak kaygıları taşıyan ve toplumları sınırlar içerisine hapsetmeyen ideallere yöneltmektedir. Böylece uluslararası örgütlerin önemini artırmaktadır. Bu durum ulus-devletlerin Westphalian anlamdaki klasik egemenlik anlayışındaki konumlarını sorgulanır kılmakta hatta devletin mutlak egemenliğini büyük ölçüde gölgelemektedir.

Ekonomi odaklı uluslararası örgütlerin yaygınlaşması yine II. Dünya Savaşı sonrası olmuştur. Ekonomik odaklı IMF, WB ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) gibi örgütler üyeleri üzerindeki doğrudan ve diğerleri üzerindeki dolaylı etkilerini gün geçtikçe artırdıkça devletlerin egemenlikleri de tam tersine kısıtlanmaktadır. IMF gibi örgütlerden kredi alan ülkelere, aldıkları kredilerle geniş bir yaptırımlar listesi de verilirken bunların uygulanması için de önemli teminatlar alınmıştır. Bu durum, devletlerin egemenliklerini iyice tartışılır kılmıştır. Uluslararası örgütlerin faaliyet alanlarının genişlemesi devletlerin varlık alanlarını daraltmaktadır. Böylece devletler hızla egemenlik ikilemi (sovereignty dilemma) ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu ikilem ulus-devletleri zaman zaman koruyucu önlemlere veya ulusal çıkışlara sürüklemektedir. Günümüzde devletler bir yandan varlık alanlarını korumak için tepkisel eylemde bulunurken diğer yandan da küreselleşmenin derinleştiği bir dünyadan da izole olmayı çeşitli nedenlerle istememektedirler. İşte bu durum devletleri egemenlik ikilemiyle karşı karşıya bırakmaktadır.

Küreselleşmeye en büyük katkıyı yapan unsurlardan birisi de Çok Uluslu Şirketlerdir (ÇUŞ). ÇUŞ modern zamanlarda Sanayi Devrimi eşliğinde yaygınlaşırken II. Dünya Savaşı sonrasında daha da kurumsallaşarak artık sayıları 40.000’i aşan ve yıllık ciroları birçok ülkenin GSMH’den daha fazla bir rakama tekabül eden devasa bir güce dönüşmüşlerdir. ÇUŞ’u diğer kuruluşlardan ayıran nokta, bu şirketlerin merkezleri bir ülkenin sınırlarındadır, politikaları merkezden belirlenir ve alınan kararları şubelerce uygulanır. Şirket ya merkez ülke veya ülkelerin dış politika çıkarlarını yönlendirmeye çalışmakta ya da üzerinde faaliyetlerini sürdürdüğü ülkenin iç politikasını dışsal bir faktör olarak etki edecek durumunda olmaktadır. Devletlerin egemenliklerinin aşınması yerel ekonomilerin korunması noktasında da bir ikilem oluşturmaktadır. Yerel ekonomileri korumak için atılan her adımın küresel yankı uyandırabileceği bilinci, devletleri daha dar alana hapsetmeye başlamıştır.

Devletlerin egemenliklerini dönüştüren diğer bir etken ise küreselleşmeyle daha etkin hâle gelen Sivil Toplum Kuruluşlarıdır (STK’ler). STK’ler bireylerin gönüllülük ilkesi çerçevesinde ortak amaçları gerçekleştirmek üzere devletten herhangi bir ekonomik destek almadan ve böylece devletle bağı bulunmayan kuruluşlardır. STK’lerin ilgi alanları insan hakları, çevre sorunları, yoksullukla mücadele, hayvan hakları, sağlık sorunlarını da barındıran geniş bir yelpazeye sahiptirler. Günümüzde bu kuruluşların öncülüğünü yaptığı birçok faaliyet devletler tarafından kabul edilmiştir. Örneğin çevre sorunlarını amaç edinen Greenpaece’in savunuculuğunu yaptığı küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda mücadeleyi öngören Kyoto Protokolü birçok devletçe kabul edilmiştir. STK’lerin etkinlikleri küreselleştikçe artarken ulus-devletlerin egemenlikleri daha fazla sorgulanır hâle gelmektedir.

Gelişmiş ekonomilere sahip devletler, gelişmekte olanların küresel sisteme dahil olması için baskı yaparken kendi hegemonyalarını da bu devletler üzerinde kurmaya çalışmaktadırlar. Öte yandan, gelişmiş ülkeler diğerlerini küreselleştirmeye çalışırken tüm dünyada ulusalcı ve mikro-milliyetçi hareketler de diyalektik olarak güçlenmektedir. Böylece küreselleşme kendi karşıtını da oluşturarak yerelleşme ve uluslaşma da ön plana çıkmaktadır. Küreselleşme, şimdilik ulus-devletin sonu anlamına gelmemektedir. Bu nedenle, ulus-devlet hâlâ baskın bir unsur olarak varlığını korusa da yeniden klasik egemenlik anlayışın hakim olduğu günlere dönüş için ilahi bir elin değmesi beklenmektedir.