ULUSLARARASI POLİTİKA II - Ünite 6: Küresel Siyaset ve İmkânları Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 6: Küresel Siyaset ve İmkânları
Giriş
Ulus-devletler paradoksal bir şekilde küreselleşmeyi normatif ve kurumsal destekçileri olarak inşa etmektedirler. Yine de küreselleşme karşısında ulusdevletlerin Westphalian egemenlik anlayışı çerçevesinde geliştirdikleri reaksiyonun bir tansiyona dönüştüğü de ortadadır.
Yönetişim, bu tansiyonu yumuşatarak küresel siyaseti mümkün kılan bir işlev görmektedir. Zira ulus-devletler çok katmanlı ve çok boyutlu bir küresel yönetişim çerçevesinde egemenliklerini değilse bile güçlerini muhafaza edebilirken uydular, kameralar, nüfus cüzdanları, vatandaşlık veya sigorta numaraları ile vatandaşlarını daha kolay takip edebilmektedir. Böylece küreselleşme eşliğinde ulus-devlet açısından iki başlı bir süreç yaşanmaktadır. Devlet, bir yandan daha çok bilgiye ulaştıkça her gün kendisine sadakatini sorgulayan vatandaşının rızasını kazanmak için daha çok uğraşması gerekmektedir. Diğer yandan da küreselleşme, devletin daha önce nüfuz edemediği alanlara daha kolayca girmesini hatta yerleşebilmesini mümkün kıl- maktadır. Ulus-devlet küreselleşme ile ortadan kalkmayıp sınır ve egemenlikten oluşan bileşkesi farklılaşırken küresel siyasetin imkânı doğmaktadır.
Ulus-Devlet Hâlâ Sınır ve Egemenliğin Bileşkesi mi?
Ulus-devletler birer imparatorluk bakiyesi olduğundan ulusal kimliği vatandaşlarına her ne kadar bir üst kimlik olarak dikte ederken uluslararası sistemde bütün devletlerin eşitliği gibi, ulus kimliği çatısı altındaki sosyolojik alt kimliklerin eşitliği de sadece retorikten ibarettir. Devlet erkini ele geçiren etnisite, din, mezhep hatta cinsiyet mensuplarının daha avantajlı olması, alt kimlikleri ulus içerisinde hiyerarşik olarak da alt kimlikler hâline getirmektedir. Uluslararası sistem adından da anlaşılacağı üzere uluslar arasında bir sistem olduğunu kurgusunu anlatmaktadır. Nasıl ki liberal demokrasilerde parlamenterler vatandaşların oylarıyla seçilerek onları temsil ediyorsa ulusları da içlerinden çıkan devlet (politik toplum) uluslararası sistemde teorik olarak temsil etmektedir. Bu yüzden uluslararası sistem denildiğinde kabaca devletlerarası sistem anlaşılmaktadır. Ayrıca uluslararası sistemin söylem düzeyinde bile anarşik iken egemenliğin doğası gereği hiyerarşik olması, uluslararası sistemi de ontolojik olarak hep kırılgan kılmakla kalmamış, sistemin bedeni ve ruhu arasında hep bir uyuşmazlık olagelmiştir. Böylece uluslararası sistem küreselleştikçe anarşik değil bir hukuka tabiî ve sistem içindeki en güçlü ülke ya da ülkelerin fiilen jandarmalığı çerçevesinde şekillenmektedir. Zaten oligarşinin tunç kanunu gereği uluslararası sistem de kendi seçkinlerini üretmiştir. Westphalian kurgu aşındıkça uluslararası sistemde devletlerin hepsini bir tarafın dişleri gibi eşitleyen teorinin bilimselden çok ideolojik hatta mitolojik yönü giderek belirginleşmektedir. Küreselleşme bu mitin büyüsünü bozup bireyden ulusüstü kurumlara kadar her düzeyde homojenitenin değil asimetrinin hâkim olduğunu su üstüne çıkardıkça retoriğin yerini realite almaktadır.
Ulus-devletlerin ulusal kimlikler konusundaki dayatmacılıkları azalmasına paralel yerel, bölgesel ve küresel kimliklerimizi daha çok fark ettikçe ve/ya hatırladıkça aslında hepimizin tire’lenmiş olduğumuzu da öğreniyoruz. Bireylerin giderek çok-kimlikli ve ulusdevlet politikalarının çok-kültürlü yapıldığı bir dünya, küresel siyaseti daha anlamlı ve anlaşılır kılmaktadır. Bir ülkeden bahsettiğimizde aklımıza ilk gelen o ülkenin insanları değil dünya siyasi haritasındaki konumudur. Her ülke de dünya coğrafi konumunu siyasallaştırarak jeostratejik önemini ulusal müfredatının bir parçası olarak vatandaşlarına endoktrine eder. Bütün ulus devletler kendilerini dünyanın en jeo-stratejik noktasında kurguladıklarından vatandaşlarının zihninde adeta diğer tüm devletler bu toprakların peşindedir veya kendi ülkeleri toprak bütünlüğünü kaybederse dünyanın sonu gelecekmiş gibi bir imaj yaratırlar. Bu yüzden hiyerarşik ilişkilerle örülmüş modern yaşamın bütün alanlarını düzenleyen sınır kavramı, modern insan ve zihninin özetidir.
Ayrıca bilişim teknolojilerindeki gelişmeler insanın ve eşyanın fiziksel sınırlarını aşmasına yardımcı oldukça ulus-devletin olmazsa olmazı sınırları da sıradan insan için büyüsünü kaybederken ne aşılmaz ne uğruna ölünecek bir değeri kalmaktadır. Böylece ulus-devletin üzerinde yükseldiği merkeziyetçilik yerini hızla ademi merkeziyetçiliğe bırakırken hem iç siyasette hem de dış politikada beliren çok sayıdaki merkezkaç kuvvet kendi konumu merkezîleştirdikçe çok sayıda merkez ortaya çıkmaktadır. Sınırların görece etkisizleşmesiyle beliren sınır aşan sular meselesinde olduğu gibi iki ya da daha çok ülke arasındaki bir sorun kaçınılmaz olarak bölgenin diğer ülkelerini etkilediği gibi bazen tüm küreyi de etkileyebilmektedir. Böylece sınır aşan herhangi bir sorunun doğrudan muhatabı olmayan ülkeler de dolaylı etkilenmelerine referansla kendilerinin çözüm ortağı ya da müdahil olmaya hak sahibi olduklarını düşünmektedirler. Hâliyle ortada kutsanmış sınır varsa diyalektiğin gereği olarak bunu profanlaştırmak isteyen ya da önemsemeyen hatta ti’ye alan topluluklar da ortaya çıkacaktır. Sınır kavramını buharlaştıran bir diğer etmen de küreselleşme sürecinde ulaşım ve iletişimin devrimsel bir şekilde kolaylaşmasıdır.
Ulus-aşırılaşma/ötesileşme, ulus-üstüleşme ulus-altılaşma ve yersiz-yurtsuzlaşma, küreselleşmeyi oluştururken ulusun ve ulus-devletin sınırlarının ötesinde bir zihniyeti, bir toplum biçimini ve siyasi formasyonu mümkün kılmaktadırlar. Hartmut Behr’e göre sınır aşan tehditlere karşı etkin karşı politikalar gerçekleştirmek için devletler, küresel yersiz-yurtsuzlaşma mantığına uygun olarak geleneksel devletin temel ilkelerini dönüştürmek zorundadırlar. Güvenliğin değişen doğasının kendisini en iyi gösterdiği sınır aşan terörizm, geleneksel güvenliğin sınır ilkesinden kendisini azat etmiştir. Böylece devletin iç ve dış egemenlik mantığının üzerine bina edildiği ulusal güvenlik kavramı artık bu sınır aşan aktörlere meydan okuyamamaktadır. Sınır aşan aktörlerin yarattığı tehdit, bilinmeyen ve tahmin edilmeyen niteliğiyle gücü de ölçülemediğinden ortaya asimetrik bir güç ilişkisi çıkarırken sanal bir yapı yaratmaktadır. Bu sanal yapı, ulus-ötesi tehditlerin gerçekliği, etkinliği ve gücüne rağmen sürekli ve görünür olmamalarından kaynaklanmaktadır. Bahsedilen asimetrik güç ilişkisi, aslında ulus-devletin ve küresel terör örgütlerinin farklı tanrısal sıfatlarının çarpışmasından kaynaklanmaktadır. Ulus-devlet, hükmettiği sınırlar dâhilindeki teritoryasında hazır nazır ve kadirimutlak olmaya çalışırken karşısındaki küresel terör örgütleri gibi sınır aşan tehditler ise kendilerini görünmez kılmaktadır.
Öte yandan, Linda Weiss’a göre, ulusal ağlar büyüdükleri gibi ulus-aşırı ağlar da büyüdüklerinden yekdiğerinin yerini almak yerine karşılıklı birbirini güçlendirmeleri gibi bir paradoksla da karşı karşıyayız. Christopher Clapham da uluslararası sistemin ulus-devletin varlığına ihtiyacının her zamankinden daha büyük olduğunu söyleyerek bir başka paradoksu da gözler önüne sermektedir. Rosenau’nun birden fazla küreselleşmeden bahsetmesine katılmamak mümkün değil. Zaten küreselleşmenin bu çoğaltıcı ve çoğullaştırıcı etkisi, yönetişimi sadece devletin değil daha ziyade bireyden uluslararası örgütlere kadar birçok paydaşın katılımıyla siyasetin insanî boyutunu gün yüzüne çıkardığı için küreselleşmeyi ve yönetişimi önemli kılmaktadır.
Yönetimden Yönetişime
Yönetişim durup dururken ortaya çıkmamış, 1960’larda başlayan ve tüm dünyayı etkisi altına alan bir dizi sosyopolitik olayla şekillenmiştir. 1960’ların ortalarında başlayan Hippilik ve ABD’nin Vietnam’dan çekilmesine dair protestoların şekillendirdiği karşı kültür, 1968’teki Prag Baharı ve aynı yıl Paris’teki genel grev ve öğrenci eylemleri ile filizlenmiştir. Barışla bir şans ver sloganına eşlik eden eylemler, Soğuk Savaş’ın her iki cenahını da tehdit ederken bu dönemde U1 disiplininin hakim paradigması realizm ve yapıtaşı ulus-devlet için de alarm zillerini çalmaya başlamıştır.
II. Dünya Savaşı sonrası görece barış ve refah döneminde artan uluslararası ekonomik entegrasyona başta televizyonun eşlik ettiği kültürel bütünleşme ile çeşitlenen ve derinleşen bağımlılık 1970’lerden itibaren Uİ disiplininde neo-liberalizmin ve neo-realizmin önünü açmıştır. 1980’lerin başlarında ABD’de başlayan resesyonun tüm dünyayı etkilemesi ve 1980’lerin sonlarından itibaren yeni kamu işletmeciliği olarak ön plana çıkan anlayış, devlet bürokrasilerini verimsiz kılan sorunları özel sektör pratikleriyle iyileştirilmesini savunmaktadır. Bu bağlamda verimlilik, şeffaflık, katılım ve etkinlik ideallerini gerçekleştirmek anlamında yönetişim müşteri odaklı, piyasa eğilimli, çıktı yönelimli yapısıyla yerinden yönetime önem vermektedir (Palabıyık; 2004, 63). Kamu bürokrasinin verimli kılınabilmesi için özel sektör, üçüncü sektör denilen STK’ler ve devletin üyesi olduğu uluslararası kuruluşların bürokrasileriyle iş birliği gerekmektedir. Anlaşılacağı üzere yönetişim, verimlilik perspektifinden iş birliğine dikkate değer bir vurgu yapmaktadır. Yönetimden yönetişime geçiş sürecine yönetimin yönetişimlendirilmesi dense yanlış olmayacaktır. Meşruiyet, hesap verebilirlik, etkin yönetim ve uyum gibi kavramlar yönetimde de esas olduğu için her iki kavram da bir süre yekdiğerinin yerine kullanılagelmiştir fakat yönetişim katılımcılığa vurgusuyla daha yaygın bir kullanım kazanmıştır.
Yönetişimi mümkün kılan bir diğer etmen de yatay ve dikey mobilizasyonun artmasıyla ulus-devletlerin, vatandaşlarının hareketliliğine dair merkezî kontrolündeki yetersizliği fark etmesidir. Mobilizasyon beraberinde esnekleşmeyi de getirmektedir. Bunun sonucunda ulusdevlet, vatandaşlarını daha iyi kontrol etmek için onları bu siyasal aygıtın ve iktidarının parçası kılmaktadır. Bir bakıma ulus-devletin kamu hizmetlerini sunarken siyasal iktidarının bir bölümünü vatandaşlarıyla paylaşmasına yönetişim denmektedir. Taylorist üretim süreci yerine giderek bilgiye dayanan hizmet sektörünün ön plana geçmesi yönetişimi mümkün kılan bir diğer faktördür. Yönetişimi mecbur kılan bir diğer etmen ise ulusdevletlerin kamu hizmetlerini sürdürebilmek için diğer ulus-devletler, uluslararası örgütler, özel sektör, yerel, ulusal ve küresel STK’lerle artan iş birliğidir. Bu bağlamda ulus-devletin tasarruflarında ve fiillerinde paydaşları sadece vatandaşları değildir. Diğer ulusdevletlerle ve uluslararası örgütlerle daha fazla iş birliğinin gerektiği uyum, paydaş sayısının artmasıyla ulus-devleti yönetişime daha fazla yöneltmektedir. Bütün eleştirilere rağmen II. Dünya Savaşı sonrası kurulan Yeni Dünya Düzeni ve en büyük sembolü BM’in oluşturduğu uluslararası sistem işlemeye devam etmektedir. Ulrich Beck’ten hareketle modernitenin bizleri parçası kıldığı risk toplumu kaçınılmaz olarak risk analizini ve risk optimizasyonunu gerektirmektedir. Modern toplumlarda demokrasi eğilimlerini ve demokratik konsolidasyonu besleyen bu riskin yüksekliğidir. Risk arttıkça devlet, toplumun diğer parçalarıyla riski paylaşmak için yönetişime kaymaktadır. Bu sadece devlet için geçerli olmayıp özel sektör ve sivil toplum için de geçerlidir.
Aydınlanma ile gelişen Batı rasyonalitesi antik Yunandan devşirdiği diyalektiğe referansla karşıt ikilikler üzerinden hareket eder. Buna göre devlet-toplum ikilemi her zaman birbirini tamamlayıcı değil tam aksine çatışma içindedir. Sonay Bayramoğlu’na göre de yönetişim, kavramın ilk popülerleştiği dönemde devlet-toplum karşıtlığını kaldırmayı ve devlet-toplum birliğini savunuyordu. Modenitenin temelindeki sekülerleşme (dünyevileşme) olgusu, yönetişimi gerektiren faktörlerden bir diğeridir. Vatandaşlar ulus-devlet öncesindeki siyasal ünitelerdeki gibi haklardan yoksun büyük ölçüde sorumluluklar taşıyan tebaâ olmadıkları gibi seküler yasalar gereği bireyler dünyevileştikçe dinsel motivasyon ve korkutmalarla yönetme imkânı ortadan kalkmıştır. Yönetişimi icbar eden bir diğer husus da yaşadığımız değişimin niteliği ve niceliğiyle doğrudan ilintilidir. Sanayi Devrimi’ne kadar dünya tarihindeki değişimi aritmetik, Sanayi Devrimi’nden Dijital Devrim’e kadarki değişimi geometrik ve internet sonrası değişimi ise astronomik olarak adlandırmak mümkündür Yönetişimi icbar eden hususlardan bir tanesi de demokrasinin mazhar olduğu küresel iltifattır. Demokrasi dalga dalga yayılırken liberal demokrasi pratikleri de yerlerini katılımcı demokrasi örneklerine bıraktıkça yönetişime geçiş kolaylaşmaktadır.
Yönetişimin öne çıkan özellikleri çok boyutlu, çok paydaşlı, katılımcı, şeffaf, yönetilenlerin taleplerine duyarlı ve uzlaşmacı diye sıralanabilir. Bu bağlamda yönetim, iş tamamlamaya yönelik iken yönetişim süreç odaklı olup sürekli iletişim ile alttan ve üstten denetimden beslenmektedir. Katılımcılık arttıkça hem demokrasi tabana yayılmakta hem de devlet yöneticileri kendilerini daha çok hesap vermek üzere daha çok denetim altında hissetmektedirler. Böylece devlet özel sektörün, sivil toplumun ve hatta uluslararası kamuoyunun taleplerini daha fazla dikkate almaktadır Yönetişimin ön plana çıkardığı kavramlardan yerindenlik aslında küreselleşmenin ve yerelleşmenin el ele ilerlediğini göstermektedir. Yerindenlik ilkesinin temel amacı, etkinliği ve verimliliği artırarak vatandaşların paydaş kılınmasıyla aldıkları hizmetleri kolaylaştırmak ve niteliklerini yükseltmektir. Yönetişim kavramının Uİ disiplinindeki karşılığına gelince, Klaus Digwert ve Philipp Pattberg’e göre, U1’deki bir çok kuramsal çabanın aksine küresel yönetişim kavramı hükûmet dışı kuruluşlara ve ulus-ötesi yapılara, devletlerle aynı önemi verdiğinden Belçika hükûmeti ile Greenpeace küresel yönetişimin parçası olarak düşünülürler. James M. Boghton ve Colin I. Bradford, Jr.’a göre ise Küresel yönetişim ideali, ulusal hükûmetlerin, çok-katmanlı kamu ajanlarının ve sivil toplumun ortakça kabul ettikleri ortak liderlik sürecidir... Küresel Yönetişim otoriterden ziyade demokratik, bürokratikten ziyade açık siyasallık ve uzmanlıkla entegre olmalıdır. Martin Hewson ve Timothy J. Sinclair’e göre de Küresel yönetişim uzak bir alana veya küresel yaşamın bir düzeyine gönderme yapmaz... Tam aksine küresel yaşama dair bir bakış açısıdır. küresel yaşamın muazzam karmaşıklığını ve çeşitliliğine dair dikkati beslemek üzere dizayn edilmiş bir seyir güzergâhıdır. Küreselleşme derinleştikçe U1’nin Küresel Siyaset’e ve Kamu Yönetimi’nin de Küresel Yönetişim’e dönüşmesi ertelenebilir ama kaçınılmaz gibi gözükmektedir.
Küresel Siyaset ve İmkânları
Küreselleşmeyi insanlık tarihi ile özdeşleştirdiğimizde kadim imparatorlukların ortaya çıkışında tüm dünyayı yönetmek fikrinin temel oluşturduğunu görebiliriz. Oysa modern ulus-devletten ve sanayi imparatorluklarından farklı olarak kadim imparatorluklar aşamayacakları okyanuslar ve dağlar gibi doğal sınırlara hapsolmuşlardır. Küreselleşme yönetimi daha fazla paydaşın katılımına açtığı için siyaseti de doğrudan demokratikleştirmektedir. Küresel siyaseti mümkün kılan diğer bir unsur paradoksal bir şekilde yukarıda derinlemesine anlatılan ulus-devletin sınır tabusudur.
Ulus-devletlerin vatandaşlarından beklediği en büyük fedakârlık gerektiğinde sınırlar için yaşamlarından vazgeçmeleri ve bir savaş esnasında başka yaşamları da ortadan kaldırmalarıdır. Ulus devleti ayakta tutan böyle bir diğerkâmlık, bu fikre karşı çıkanlarca aslında ancak dünya barışı için ölümün göze alınabileceği ve ulusal bilinç denilen mefhumun insanlık ailesini yapay bir şekilde böldüğü şeklinde eleştirilmektedir. Küresel siyaseti mümkün kılan bir diğer temel nokta da insanın bizatihi biyolojik varlığıdır. İnsan olarak anlamımız ve aramızdaki farklılıklar ırkları anlatan renk farklılıkları da dâhil- sosyal olarak kurgulanmışlardır. Kısacası fiziksel ve metafiziksel bütün farklılıklarımız bu farklılıklara yüklediğimiz anlam dünyasında şekillenirken hepimizin biyolojik olarak insan ortak paydasında buluşmamız bu gerçeği değiştirmemektedir.
Ulus-devlet temelinde yükselen uluslararası politikanın yukarıda sayılan argümanlar ışığında küresel bir dönüşüm geçirdiği izahtan varestedir. Siyaset küreselleştikçe devletin hiçbir zaman olmadığı farazi tarafsızlığı neutrality ve kamusal- özel alanlar ayrımı yukarıda ifade edildiği üzere bir mit olarak fiilen çürümektedir. Ulusdevletlerde milliyetçilik kurucu ideoloji olarak ulus iflası sürecinde siyasal etkinliğe sahip etnik, dinsel, mezhepsel ve/ya lengüistik grubu bu tarafsızlık yaftası altında önulusa dönüştürerek erken bir iktidar alanı sağlamaktadır.
Ulus-devletin vatandaşlarının güvenliğini sağlamaya yönelik temel görevini yerine getirmesi; ulusal sınırları koruyan bir ordu, asayiş hizmetlerini sağlayan polis ve jandarmadan oluşan kolluk güçleri ile koordinasyonlu çalışan istihbarat ağı ile sağlanabilir. Öte yandan, her iki dünya savaşının ortaya çıkardığı gibi modern savaşlarda sivil kayıplar asker kayıplarından kat ve kat daha fazla olmuştur. Paradoksal bir şekilde ulus-devlet, kendisinden önceki devlet formlarından farklı olarak varlık sebebi ve temel görevi olan güvenliği sağlamak konusunda giderek kırılganlaşmaktadır. Küresel siyasetten bahsedebilmek için ortak bir dile veya en azından ortak bir siyasal dile ihtiyaç olduğu ortadır. Buradaki dil kavramını hem bir iletişim aracı anlamında hem de üslup anlamında kullanmak doğru olacaktır.
Sonuç
Elbette tam anlamıyla küreselleşmiş bir dünya olmadığımız için ulusaltı kimliklerin mikro milliyetçilik üzerinden kurmak istedikleri devlet aslında karşı oldukları ulus- devletin bizatihi kendisidir çünkü ulus-devlet zihin dünyamızın merkezinde oturmaya devam etmektedir. Küreselleşmenin kendisi bizatihi aktör hâline geldiği bir dünyada hiyerarşik ilişkilerden oluşan yönetim yeterli etkileşimi sağlayamadığından daha steril ve daha rafine olan yönetişim bir ihtiyaç hâline gelmiştir.
Küreselleşme siyasetin bütüncül doğasını tekrar gözler önüne sermektedir. Böylece belki de kısa bir süre sonra Uİ dediğimiz disiplin yerini Dünya Siyaseti ve/ya Küresel Yönetişim disiplinlerine bırakabilir. Siyaset bireysel, yerel, ulusal ve küresel her anlamda varlığını devam ettiğine küresel siyaseti mümkün kılan siyasetin doğası kadar herkesi siyasette paydaş kılan yönetişimin kendisidir.