VERGİ TEORİSİ - Ünite 1: Verginin Tanımı, Amaçları, Tarihsel ve Teorik Gelişimi Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 1: Verginin Tanımı, Amaçları, Tarihsel ve Teorik Gelişimi
Vergi Teorisinin Konusu
Vergi teorisinin özünü oluşturan iki temel konu bulunmaktadır. Birincisi, sosyal refahın arttırılması için vergilerin nasıl tasarlanması gerektiği yani, vergilemede adaletin ve etkinliğin sağlanması ile ilgili; ikincisi ise, devletin uyguladığı çeşitli vergilerin ekonomik etkileri ile ilgilidir.
Kamu tercihi teorisyenleri, vergi teorisine üçüncü bir bakış açısı daha kazandırmışlardır. Kamu tercihi teorisine göre vergi teorisinde asıl konu, yasama organının vergi koyma gücünü anayasal düzenlemeler yoluyla sınırlandırmak ve kamu harcamalarını azaltmanın yollarını araştırmaktır.
Verginin Tanımı
Devletin, kamusal mal ve hizmetleri finanse etmek için farklı seçenekleri bulunmaktadır.
Bir finansman yöntemi olan para basımı çok fazla tercih edilmemekte, çünkü enflasyona yol açmaktadır.
Devlet, borçlanma yoluyla da finansman sağlayabilmektedir. Ancak hem borçlanılacak miktar sınırlı olduğu için, hem de söz konusu borçların faiziyle beraber ödenmek zorunda kalındığı için, bu yöntem de çok fazla tercih edilmemektedir.
Bunlara alternatif bir diğer finansman yöntemi ise vergileme dir. Vergi gelirleri, devletin en önemli gelir kaynağı olarak kabul görmektedir.
Vergilemede kaynakların, kişilerden ya da ekonomik birimlerden devlete transferi söz konusudur.
Vergi, gönüllü değil zorunlu bir ödemedir.
Bir ülkede uygulanan vergi politikasının, tüm toplumu temsil etmesi ve kaynakların adil bir şekilde transfer edilmesini sağlaması gerekmektedir.
Devletin vergi toplama yetkisi ise sonsuz olmayıp, yasalarla sınırlandırılmıştır.
Devletin ve devletin yetkilendirdiği kamu kuruluşlarının, mali ve mali olmayan görevleri gerçekleştirmek üzere, gerçek veya tüzel kişilerden hukuken, zorla, karşılıksız olarak ve egemenlik gücüne dayanarak aldığı, para şeklindeki iktisadi değerlere vergi adı verilmektedir.
Verginin Amaçları
Verginin en temel amacı (mali amaç), kamuya gelir sağlamaktır.
Yirminci yüzyıldan itibaren ise vergilemenin mali olmayan amaçlar için de kullanıldığı görülmektedir. Sosyal politika amaçlı, yerli endüstrileri koruma amaçlı ve gelir adaletsizlerini giderme amaçlı vergiler mali olmayan amaçlardan bazılarıdır.
Verginin Tarihsel Gelişimi
Verginin bilinen ilk tarihi, Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarına dayandırılmaktadır. Bu dönemde, kralın gelir kaynakları papazların, yargıçların ve ordunun ihtiyaçlarını karşılamaya yetmediği için vergilemeye başvurulmak zorunda kalınmıştır.
Başlangıçta, gönüllü bir ödeme olan vergi, devletin artan faaliyetlerine ve gelir ihtiyacına paralel olarak zorunlu bir yükümlülüğe dönüşmüştür.
Paranın kullanımının yaygın olmadığı dönemlerde vergilerin büyük çoğunluğu ayni olarak, yani mal ve hizmetle ödenmiştir.
Dönemin koşulları nedeni ile ödenen ayni vergiler genellikle mültezim adı verilen kişiler tarafından toplanmıştır.
Eski dönemlerde köylüler çalıştırılarak ve kölelikle de vergilendirilmiştir. Günümüzde ise verginin parasal olması gerektiği, kişilerin vergi yerine çalışmaya zorlanamayacağı görüşü hâkimdir.
Feodal dönemde, vergi ayrıcalıklarından yararlanmak için kral ile müzakereler başlamış ve bazı ülkelerde “her yeni verginin halk tarafından kabul edilebilir” olması ilkesi geliştirilmiştir. Bunun ilk örneği İngiliz Kralı John tarafından kabul edilen Magna Carta’ dır.
Magna Carta ile birlikte tarihte ilk kez, kralın sınırsız olan vergilendirme yetkisi sınırlandırılmıştır.
Özel mülkiyetin henüz gelişmediği, ekonomik koşullar arasında büyük bir farkın bulunmadığı, gelirin neredeyse tamamının beden gücüne dayalı olarak elde edildiği ilkel toplumlarda, kişinin fiziki varlığı ödeme gücünün temel göstergesi olmuştur.
Kişinin fiziki varlığı üzerinden alınan dolaysız vergilere, baş/kelle vergisi adı verilmektedir. Sosyal statülere göre derecelendirmeyi içeren bu vergi, bir Orta Çağ vergisi olarak kalmıştır.
Servetin, ödeme gücünün bir ölçüsü olarak kabul edildiği ikinci aşamada, özel mülk daha çok araziden oluştuğu için servet vergisi de neredeyse arazi üzerinden alınan bir vergi olmuştur.
Orta Çağ’ın sonlarına doğru başlayan vergi tarihinin üçüncü aşamasında, harcamanın ödeme gücünün en iyi ölçüsü olduğu fikri ileri sürülmüştür. 19. yüzyılda ise bütün ülkeler harcama vergilerini kısmaya başlamıştır.
İleriki aşamada, servetin getirisi olan ürün/üretim üzerinden vergi alınması esası geliştirilmiştir. Sanayi Devrimi ile bu teori de eleştirilmeye başlamıştır.
En son aşamada ise, ödeme gücünün bir göstergesi olarak gelir kullanılmıştır. Ancak, bunun da dezavantajları bulunmaktadır. Aynı gelire sahip olan iki kişinin, aynı vergi ödeme gücüne sahip olduğunu söylemek mümkün değildir.
Günümüzde ise gelir harcama ve servet birlikte, ödeme gücünün göstergeleri olarak kullanılmaktadır.
Sanayi Devrimi, vergi sistemlerinde de önemli değişikliklere neden olmuştur. İngiltere’de Napolyon savaşlarının finansman ihtiyacı ilk modern gelir vergisi nin (1815) uygulanmasına neden olmuştur.
Türkiye’de 1950 yılında modern anlamda bir gelir vergisi uygulanmaya başlamıştır. Yirminci yüzyıla gelindiğinde vergi gelirlerinde büyük artış olmuştur. Bunun nedenleri, yaşanan dünya savaşları ve modern refah devletlerinin ortaya çıkmasıdır.
İkinci Dünya Savaşı ile birlikte, ABD ve İngiltere’de “kazandıkça öde sistemi ” geliştirilerek hane halklarının yarısından fazlası gelir vergisi kapsamına alınmıştır.
Prusya’da Bismarc’ın öncülüğünde refah devleti anlayışı doğmuş ve 1883’te zorunlu sağlık sigortası ve 1889’da emeklilik sistemi uygulamaları başlamıştır. Bu uygulamalar, 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren diğer ülkelere de yayılmaya başlamıştır.
Verginin Teorik Gelişimi
Vergi sisteminin adil olması, yani herkesin kamu hizmetlerinin maliyetine hissesi oranında katılması, genel kabul görmüş bir vergileme ilkesidir.
Adil hisse payının ne olacağı konusunda iki görüş vardır. Birincisi, faydayı tek vergi kriteri olarak kabul eden fayda prensibi; ikincisi ise faydayı değil, ödeme gücünü ön plana çıkartan ödeme gücü prensibi dir.
Fayda Prensibi
Fayda prensibinin esasları: Fayda prensibi, herkesin kamu mal ve hizmetlerinden sağladığı fayda ile orantılı olarak vergi ödemesi gerektiği varsayımına dayanır.
Fayda ilkesi ihlal edilirse kamu hizmetleri, kullanıcıları için bir sübvansiyona dönüşür ve kamu harcamaları diğer ilişkilerin vergileri ile karşılanmış olur.
Kamu hizmetlerinin bedava olduğuna inanılırsa, bu tür hizmetlere talep aşırı derecede artar. Bu nedenle kamusal mal ve hizmetlerde marjinal eşdeğer bir fiyat, etkinliğe ulaşmak için faydalı olacaktır.
Yatay adaleti sağlamak için aynı fayda seviyesine sahip olanların aynı vergiyi ödemeleri; dikey adaleti sağlamak için de kim daha fazla fayda sağlıyorsa onun daha fazla vergi ödemesi gerekir.
Fayda prensibinin uygulaması: Fayda prensibi, faydanın açıkça tanımlandığı, kamu hizmetinin kullanıcıları tarafından doğrudan finanse edilebildiği durumlarda uygulanabilir.
Fayda prensibinin uygulanması, kişilerin kamu hizmetlerinden aldığı faydanın ölçülebildiği ve adalet ilkesine göre faydalananın bedelini ödemesini gerektirdiği durumlarda kullanılması mümkündür.
Fayda prensibinin eleştirileri: Fayda prensibinin kamu mal ve hizmetlerinin büyük bir çoğunluğunda uygulama alanı sınırlıdır.
Kişilerin aldıkları faydanın büyüklüğünü ölçmenin zorluğu nedeniyle vergilemede fayda yaklaşımı tercih edilmemektedir.
Fayda vergilerine yöneltilen bir diğer eleştiri de kullanımla ilişkilendirilmeleri halinde çarpıklığa neden olmalarıdır.
Fayda prensibinde, vergilemenin önemli bir fonksiyonu olan yeniden dağıtım fonksiyonu da ihmal edilmektedir.
Ödeme Gücü Prensibi
Ödeme gücü prensibinin ortaya çıkışı: Feodal toplumların 1700’lerde sona ermeye başlamasıyla, fayda prensibinin yetersiz olduğunun farkına varılmaya başlanmıştır.
A. Smith ve J.S. Mill, kişilerin ödedikleri vergiler için özel bir karşılık beklemek yerine, kamu malları için ödeme güçleri oranında fedakârlıkta bulunmaları görüşüne dayanan alternatif bir vergileme prensibi geliştirmiş ve vergi ödemelerinin yatay ve dikey adalete uygun olması gerektiğini ifade etmişlerdir.
Yatay adalet , aynı ekonomik koşullara sahip kişilerin vergisel açıdan aynı muameleye tabi tutulmalarını ifade etmektedir.
Dikey adalet, farklı ekonomik koşullara sahip kişilerin vergileme açısından farklı muameleye tabi tutulmalarını ifade etmektedir.
Yatay adalet: İdeal vergi konusunun seçimi ile ilgilidir. Ödeme gücünün ölçülmesinde ideal olan, kişinin bugün ve gelecekteki tüketimi, servet birikimi ve boş zaman gibi bütün seçenekleri kuşatan ve dolayısıyla bütün refahı yansıdan bir ölçünün esas alınmasıdır.
Kapsamlı bir vergi konusunun imkânsız olması sebebiyle gelir, tüketim ve servetin vergi konusu olarak kullanılması en iyi ikinci seçenektir.
- Vergi konusu olarak gelir: Gelir, ödeme gücünün en çok kabul gören göstergesi olup, “yüksek gelir elde edenler, yüksek ödeme gücüne sahiptir ve dolayısıyla yüksek vergi ödemeleridir” anlayışı hakimdir.
- Vergi konusu olarak harcama: Kaldora’a göre harcama, gelire göre daha uygun bir vergi konusudur. Harcama vergisi modelinde, tüketim ağır vergilendirilerek cezalandırılmakta; tasarruf ise vergiden istisna tutularak teşvik edilmektedir.
- Vergi konusu olarak servet: her ne kadar servet vergilendirilen gelirden türetildiği için, servetin vergilendirilmesi bir çifte vergileme gibi düşünülse de servet, sahibine bir tatmin sağlamaktadır.
İdeal vergi konusunun seçimi vergilemenin gerçekleştiği ekonominin yapısına ve bu yapının ortaya çıkardığı vergi çeşitliliğine bağlıdır.
Devletin ihtiyaçları arttıkça, yeni vergi konusu arayışları ortaya çıkmaktadır.
Dikey Adalet: İdeal oran yapısının seçimi ile ilgilidir.
Dikey adalette fedakârlık kuramı geliştirilmiştir. Vergilemede üç farklı fedakârlık kavramı bulunmaktadır.
- Eşit mutlak fedakârlık : Vergi oranlarının bütün kişilerin katlandıkları fedakârlık aynı olacak şekilde ayarlanmasını ifade etmektedir.
- Eşit orantılı fedakârlık: Toplumdan daha fazla fayda ettikleri gerekçesiyle yüksek gelirlilerin, daha düşük gelirlilere göre daha fazla vergi ödemelerini ifade etmektedir.
- Eşit marjinal fedakârlık: Toplumun katlandığı toplam fedakârlığın mümkün olduğunca minimum olmasını ifade etmektedir.
Eşit fedakârlık teorisine karşın; modern refah teorisi ne göre, bir kişinin yaşamını sürdürecek derecede gelire ulaşana kadar, ödeme gücünden söz etmek mümkün değildir.
İyi Bir Vergi Sisteminin Temel Özellikleri
Adalet, ekonomik ve idari etkinlik ve esneklik, üzerinde hemfikir olunan başlıca vergi sistemi özellikleridir.
Adalet: İyi bir vergi sistemi, farklı kişilere olabildiğince adil uygulanmalı ve vergi yükü adil olarak dağıtılmalıdır.
Ekonomik etkinlik : İyi bir vergi sistemi, bir ülkede uygulanan vergilerin, ekonomik kararları en az etkileyecek şekilde seçilmesini gerektirmektedir.
İdari etkinlik: İyi bir vergi sistemi, etkin bir vergi idaresine imkân tanımalı, mükelleflerin sistemi anlayıp değerlendirebileceği bir niteliğe sahip olmalıdır.
Esneklik: İyi bir vergi sistemi, ekonomik gelişme ve makroekonomik istikrarı sağlamak için yeterince esnek olmalıdır.