XIV-XV. YÜZYILLAR TÜRK EDEBİYATI - Ünite 2: XIV. Yüzyıl Batı Türk Edebiyatı-II: Anadolu Sahası Şair ve Yazarları Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 2: XIV. Yüzyıl Batı Türk Edebiyatı-II: Anadolu Sahası Şair ve Yazarları

Giriş

XIV. yüzyılda Batı Türk edebiyatının genel durumu ile yüzyılın başında eser veren Yûnus Emre, Gülşehrî ve Âşık Paşa hakkında önceki ünitede bilgi verilmişti. Bu ünitede ise XIV. yüzyılda Anadolu’da yetişen diğer tanınmış şair ve yazarlar ile bunların eserleri tanıtılacak, bu dönemde yazılan manzum ve mensur eserler hakkında bilgi verilecektir.

XIV. Yüzyıl Anadolu Sahası Şair ve Yazarları-II

Şeyyâd Hamza: Hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmayan Şeyyâd Hamza, son araştırmalara göre, XIII. yüzyılın son çeyreğinde doğmuştur. Şeyyâd Hamza’nın, Yûnus’u takip ederek Nesîmî’ye giden çizgide önemli bir yeri vardır. Şiirlerinde, musammat özelliği bulunması, onu eski Türk edebî zevk anlayışına bağlamaktadır. Şeyyâd Hamza, özellikle Ahmed-i Yesevî, Ahmed Fakîh, Mevlânâ ve Ali’den etkilenmekle birlikte, kendine has şiirler yazmıştır. Nazire mecmularından, şiirlerinin bazılarının tanzir edildiği anlaşılmaktadır. Şiirlerini, hece ve aruz vezni ile yazan Şeyyâd Hamza’nın en önemli özelliği, manzumelerinde Peygamber sevgisine geniş yer vermesidir. O, Anadolu’da ilk güzel na’t örneklerini yazan şairdir. Yûnus’ta olduğu gibi, gazel ve kasidelerindeki lirizm ile dikkati çeken şair, şiirlerini samimi, akıcı bir üslup ve açık bir dille yazmıştır. O, mesnevilerinin kurgusunda aklı ön planda tuttuğu için, bu eserlerinin dili, gazel ve kasidelerine göre daha durgundur.

Şeyyâd Hamza’nın şiirlerinde, mesnevilerine göre daha çok Arapça, Farsça kelime ve tamlama vardır. Şeyyâd Hamza, edebiyatımızda mersiyeleri ile de dikkati çeken bir şairdir. Türk edebiyatında, başlangıcı çok öncelere, Alper Tonga için söylenen ağıtlara dayanan bu türde, özellikle çocuklar için şiir yazan ilk şair, Şeyyâd Hamza’dır. Bu tür şiirler, Âşık Paşa ve Cem Sultan ile devam ederek Âkif Paşa’ya kadar uzanır. Coşku ve heyecanını, şiirlerine başarılı bir şekilde yansıtan Şeyyâd Hamza, mersiyesinde hislerini açık ve samimi bir şekilde dile getirmiştir. Eserleri Yûsuf u Zelîhâ, Dâstân-ı Sultân Mahmûd, Ahvâl-i Kıyâmet, Mi‘râc-nâme, Vefât-ı Hazret-i Muhammed aleyhisselâm ve şiirleridir.

Yûsuf-ı Meddâh: XIV. yüzyıl şairlerinden olan Yûsuf-ı Meddâh’ın hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Kaynaklarda, şairin asıl adının Yûsuf olduğu ve gençliğinin Azerbaycan bölgesinde geçtiği belirtilir. Azerbaycan’da bulunduğu dönemde bir meddahın hizmetine girerek genç yaşlarında meddahlık öğrendiği, daha sonra Anadolu’ya gelip Mevlevîlerle irtibat kurduğu sanılmaktadır.

Eserlerinden iyi bir eğitim aldığı anlaşılan ve şiirlerinde Mevlânâ’yı öven, ondan hürmetle, sevgiyle bahseden Yûsuf-ı Meddâh, Mevlânâ ve Mevlevîliğe yakın olarak görünmektedir. Yûsuf-ı Meddâh, Türk edebiyatında ilk defa dört mesnevi yazan şairdir. Eserleri Varka vü Gülşâh, Destân-ı İblîs, Hikâyet-i Kız ve Cühûd ve Kadı ve Uğru Destânı’dır.

Elvân Çelebi: Âşık Paşa’nın oğlu olan Elvân Çelebi, Kırşehir’de doğmuştur. Menâ-kıbnâmesinde, babası ve dedeleri hakkında bilgi vermesine rağmen, kendinden bahsetmemiştir. Âşık Paşa 1332 yılında ölünce, öğrencileri devrinde büyük bir mutasavvıf olarak bilinen Elvân Çelebi’yi onun yerine geçirmişler, o da böylece babasının yolunu devam ettirmiştir. Elvân Çelebi’den ilk defa Şeyhoğlu Mustafâ Kenzü’l-küberâ adlı eserinde bahsetmiş ve bu eserde iki beytini şiirlerine örnek olarak vermiştir. Elvân Çelebi’nin ölüm tarihi belli değildir. Ancak Menâkıbü’l-kudsiyye’nin 760/1359 tarihinde yazıldığı göz önüne alınırsa, Elvân Çelebi’nin 1360 yılından sonra vefat ettiğini söylemek mümkündür.

Elvân Çelebi’nin tek eseri, Menâkıbü’l-kudsiyye fîMenâsibi’l-ünsiyye isimli mesnevisidir. Türk edebiyatında menkıbe türünün ilk örneği olan ve feilâtün mefâilün feilün vezniyle yazılan mesnevi, 2081 beyittir. Elvân Çelebi bu eserde, büyük dedesi Baba İlyas ve Dede Garkın’dan ve bunlarla ilişki içinde olanlardan söz etmiş, ayrıca dedesi Muhlis Paşa, babası Âşık Paşa ve çevresinde bulunanlar hakkında bilgi vermiştir. 760/1359 yılında yazılan eserin bilinen tek nüshası, Konya Mevlânâ Müzesi Kütüphanesi nr. 4937’de kayıtlıdır. Açık ve anlaşılır bir Türkçe ile yazılan Menâkıbü’l-kudsiyye’de, Arapça ve Farsça tamlamaların, devrinin diğer eserlerine göre daha fazla oluşu, eserin dilinde tutukluğa sebep olmuştur. Menâkıbü’l-kudsiyye üzerinde ilk yayın, İsmail Erünsal ve Ahmet Yaşar Ocak tarafından 1984 yılında yapılmıştır. Elvân Çelebi’nin Menâkıbü’l-kudsiyye’den başka şiirleri de vardır. Dağınık halde bulunan ve sanat yönünden başarılı olan bu şiirler, Fatih M. Köksal tarafından “Elvan Çelebi’nin Şiirleri” adı ile bir makale hâlinde yayımlanmıştır.

Hoca Mes’ûd (Mes’ûd bin Ahmed): Hayatı hakkında bilgi bulunmayan şairin nereli olduğu ve eserlerini kime sunduğu da belli değildir. Türk edebiyatında, Ahmed-i Yesevî’den sonra XIV. yüzyıla gelinceye kadar “hoca” lakabı ile anılan ikinci şairdir. Şeyhoğlu Mustafâ, Kâbusnâme tercümesinde şairi bu lakaptan başka “emlehu’şşu’arâ” ve “efsahu’ş-şu’arâ” gibi lakablarla da anmaktadır.

Türkçenin gelişmesi için çalışan Hoca Mes’ûd, dilin eksik taraflarını bilen bir şairdir. Türkçeyi, Arapça ve Farsça ile kıyaslayan ve bu dillere göre Türkçede bir anlatım kıtlığı olduğunu gören Hoca Mes’ûd, Türkçenin Arapça ve Farsça gibi bir dil olmadığından, özellikle vezin ve vezinle ilgili hususlardan, uzun ünlü bulunmayan Türkçeyi aruza uydurmadaki zorluktan yakınır. Eserleri Süheyl ü Nevbahâr (Kenzü’l-bedâyi‘) ve Ferheng-nâme-i Sa‘dî’dir.

Fahrî: Asıl adı Yakub, lakabı ise Fahreddin olan şair hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. Hüsrev ü Şîrîn adlı eserinden iyi bir eğitim gördüğü, Arapçayı ve Farsçayı bildiği anlaşılan şair, Aydınoğulları sarayında bulunmuş ve eserini Aydınoğlu İsa Bey’in isteği üzerine 1367 yılında yazmıştır. Saraya bu kadar yakın olmasına rağmen kaç yılında öldüğü ve mezarının nerede bulunduğu da belli değildir.

Fahrî’nin tek eseri, Nizâmî’nin aynı adlı eserinden tercüme edip Işk-nâme adını da verdiği Hüsrev ü Şîrîn mesnevisidir. Hüsrev ü Şîrîn, Marburg Devlet Kütüphanesi nr. 1069’da kayıtlıdır. Eserin, 277 beyitlik giriş kısmında İsa Bey için yazılmış bir kaside vardır. Mefâîlün mefâîlün feûlün vezni ile yazılan eser, 4683 beyittir. Hüsrev ü Şîrîn, dili halk konuşmasından ayrılmayan açık ve anlaşılır bir eserdir. Nizâmî’nin Hüsrev ü Şîrîn mesnevisini Anadolu sahasında Türkçe ilk defa Fahrî tercüme etmiştir. Türkçeyi iyi kullanan ve vezne hâkim olan şair, karşılıklı konuşmalarla eserin cazibesini arttırmıştır. Fahrî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i, Türk edebiyatında Kutb’un eserinden 26 sene sonra yapılan ikinci tercümedir.

Hoca Dehhânî: Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan Hoca Dehhânî, XIV. yüzyılda yaşamıştır. Dehhânî, devrinin şiir zevki olan ve sanat yönü ağır basan şairlerindendir. Şiirlerinden iyi bir eğitim gördüğü, Farsçayı ve Fars edebiyatını çok iyi bildiği, saray ve zevk şairi olduğu anlaşılmaktadır.

Çağdaşı şairlerden farklı bir yol izleyen ve şiirlerinde az da olsa tasavvufa yer veren Dehhânî, yaşadığı zamanı elden geldiğince zevk ve eğlence içerisinde geçirmekten yana olduğunu belirtir. Bu yönü ile şiirlerinde tabiatı gözlemleyen, dışa dönük, samimi, sevgiliye koşan ve çarpıcı beyitlerle sevgiliye seslenen bir şair olarak görülür. Genel olarak şiirlerinde akıcı, hareketli, oynak, çekici, ışıklı bir üslubu vardır. Şiirlerinde Arapça ve Farsça tamlamalara çok az yer verir, dilinin işlek ve canlılığında bunun da rolü vardır. Ele aldığı konular çoklukla tabiata ve sevgiliye yöneliktir. Hatta bazı şiirlerinde ve benzetmelerinde her ikisine de yer verir. Dehhânî, İran şiirinin edebî sanatlarını ve mazmunlarını Anadolu’da yeni kurulan Türk şiirinde kullanmasıyla, klasik edebiyatımızda, Nesîmî ve Ahmedî ile birlikte divan şiirinin temelini atan şairlerin başında gelir.

Şeyhoğlu Mustafâ: XIV. yüzyılda Germiyan (Kütahya) bölgesinde yetişen şairlerin başında gelir. Hurşîd-nâme’de adının Mustafa olduğunu belirten ve Kenzü’l-küberâ ve Mehekkü’l-‘ulemâ’yı 1401’de yazdığı zaman 62 yaşında olduğunu açıkça söyleyen Şeyhoğlu, buna göre 1340 yılında doğmuştur. Germiyan beyi Süleyman Şah zamanında Germiyan sarayında nişancılık ve defterdarlık görevlerinde bulunan Şeyhoğlu, daha sonra Yıldırım Bâyezîd’e (salt.1389-1402) intisap ederek Osmanlı sarayında da bulunmuştur. Şeyhoğlu’nun nerede, ne zaman öldüğü ve mezarının nerede bulunduğu da belli değildir.

Türkçenin inceliklerine vâkıf olan ve devrinin şairleri arasında Nesîmî’den sonra ikinci sırayı alan Şeyhoğlu Mustafâ, Arapçayı, Farsçayı, eski kültürü ve kaynakları bilen, dil bilinci ile eser veren bir şair ve yazardır. Eser yazmaya, tercüme ile başlayan Şeyhoğlu’nun eserlerinde, öğretici taraf ağır basar. Şeyhoğlu, dille ilgili görüşlerine daha çok Hurşîdnâme’de yer vermiş ve bu eserinde Türkçenin işlenmediğini, soğuk, tatsız tuzsuz, lezzetsiz ve yavan olduğunu anlatarak bu dilin gelişmesi için büyük emek sarf ettiğini belirtmiştir. Eserleri Hurşîd-nâme, Marzubân-nâme, Kâbus-nâme Tercümesi, Kenzü’l-küberâ ve Mehekkül-‘ulemâ’dır. Ayrıca Divan’ı bulunmayan Şeyhoğlu’nun Hurşîdnâme’si içinde kahramanların dilinden söylediği 23’ü gazel olmak üzere 36 manzumesi vardır.

Ahmedî (Tâceddîn İbrâhîm): XIV. yüzyılın ikinci yarısında, beylikler döneminin önde gelen şair ve yazarlarındandır. 1335 yılında doğduğu tahmin edilen, eserleri ve şiirlerinde Ahmedî mahlasını kullanan şairin ismi, kaynaklarda Tâceddîn İbrâhîm olarak geçmektedir. Ahmedî, Türk edebiyatında XIV. yüzyılın sonlarında divan sahibi olan dört şairden biridir.

Ahmedî, Arap ve Fars edebiyatı unsurlarını Türk edebiyatına taşırken millîliğini kaybetmez. Daha önce Yûsuf Has Hâcib, Ahmed-i Yesevî, Yûnus Emre, Gülşehrî ve Âşık Paşa’da görülen Türklüğe ait unsurlar, Ahmedî’de bir bütün halindedir. Türk, Fars ve Arap edebiyatına ait unsurları eserlerinde toplayan Ahmedî, Türk edebiyatının kurucu şairleri arasında yer alır. Ahmedî, münacat, tevhid ve na’t türündeki şiirleri bir tarafa bırakılırsa, Türk edebiyatında çağdaşlarına göre en çok kaside yazan bir şairdir. Kasideleriyle tanınan Nef ’î’nin bile onun kadar kasidesi yoktur. Ancak Ahmedî’yi kasidede sayı bakımından geçen şair, Zâtî’dir. Genellikle açık ve anlaşılır bir dil kullanan Ahmedî, Arapça ve Farsça tamlamalardan uzak durmaya çalışmış, ancak işlediği konu gereği, özellikle kasidelerinde yer yer yabancı kelime ve tamlamalar da kullanmıştır. Eserleri Divan, İskender-nâme, Cemşîd ü Hurşîd, ervîhü’l-ervâh, Bedâyi’u’s-sihr fî-Sanâyi’i’ş-şi’r ve Mirkâtü’l-edeb’dir.

Erzurumlu Mustafa Darîr: XIV. yüzyılın ikinci yarısında manzum ve mensur eserleri ile Türk kültür hayatında önemli yeri olan bir şahsiyettir. Siyer tercümesinde, Erzurumlu ve asıl adının Mustafa olduğunu belirtmiştir. Şair, doğuştan kör olduğu için şiirlerinde hem Darîr mahlasını hem de bu kelimenin Türkçedeki anlamı olan Gözsüz kelimesini kullanmıştır. Erzurumlu Mustafa Darîr, kuvvetli hafızası sayesinde Arapça ve Farsçayı çok iyi öğrenmiş, İslami ilimlerde de söz sahibi olarak kadılık payesi almıştır. 1377 yılında Mısır’a giden Darîr, Mısır hükümdarı Melik Mansûr Ali İbni Şa’bân İbni Hüseyin’in meclislerinde bulunmuş ve geniş ilmi, ifadesinin gücü ve güzelliği sayesinde hükümdara yakınlık sağlamıştır. Darîr, Mısır’da Vâkıdî’nin (öl. 822-23) Şam fetihlerini konu alan Fütûhu’ş-şâm adlı eserini tercümeye başlamış ve bu eseri Halep’te 1392-23’te tamamlayarak Emir Çolpan’a sunmuştur.

Darîr, XIV. yüzyılda Anadolu sahasında ilk siyer yazarıdır. Darîr’in nazım ve nesirle karışık bu eseri, kendinden sonra yazılan siyer türüne örnek olduğu gibi içinde bulunan mevlid bölümü, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ine örnek olmuştur. Nesrinde halk ifadesini ve anlatış şeklini ihmal etmeyen Darîr, nazmında gönle hitap eden duygusal bir ifade şekli kullanır. Eserleri Kıssa-i Yûsuf (Yûsuf u Zelîhâ), Sîretü’n-nebî, Fütûhu’ş-şâm ve Yüz Hadîs Tercümesi’dir.

XIV. Yüzyılda Anadolu’da Yazılan Eserler

XIV. yüzyılda yazılan eserler;

  • Manzum ve
  • Mensur olmak üzere iki ana grupta incelenmektedir.

Manzum eserler;

  • Divanlar,
  • Mesneviler ve
  • Manzum sözlüklerden oluşmaktadır.

Mensur eserler kapsamında ise daha çok Kur’an ve hadis çevirileri, çeşitli sûrelerin tefsirleri, peygamber kıssaları, siyer, evliya hikâyeleri ve dinî-destani kahramanlık hikâyeleri ile öğüt verici hayvan hikâyeleri gibi nasîhatnâme türünde yazılmış eserlerle karşılaşmaktayız.

XIII. yüzyılda Anadolu’da sadece Sultan Veled’in Farsça Divan’ı varken, XIV. yüzyılda Yûnus Emre, Kadı Burhaneddîn, Nesîmî, Ahmedî, Hoca Dehhânî ve Kaygusuz Abdal’ın Türkçe divanları bulunmaktadır. Nesîmî’nin ise Türkçe Divanı yanında Farsça Divanı da vardır.

XIV. yüzyılda Anadolu’da gelişen Türk edebiyatında mesnevilerin önceki yüzyıla göre sayılarının artmasının yanında konuları da çeşitlenmiştir. Bu yüzyılda daha çok dinî-destânî, dinî-tasavvufî, menkıbevî didaktik mesneviler ve edebî yönü ön planda olan macera ile karışık romantik aşk mesnevileri yazılmıştır. Bu mesneviler hakkında bilgi üçüncü ünitede yer almaktadır.

Bu dönem mensur eser yazarları arasında; Kul Mes’ûd, Şeyhoğlu Mustafâ, Erzurumlu Mustafa Darîr, Muhammed bin Mustafa, Sa’lebî, İbrahim bin Mustafa bin Alişîr, Kutbuddîn-i İznikî, Muhammed bin Mustafa, Hamzavî, İbni Baytar, İshâk bin Murâd ve Hacı Paşa lakabıyla meşhur olan Celâlüddîn Hızır görülmektedir.

Kul Mes’ûd’ un, Aydınoğlu Umur Bey (1309-1347) adına Farsçadan Türkçeye tercüme ettiği Kelîle ve Dimne, didaktik hayvan hikâyelerinin anlatıldığı bir eserdir. Aslı Sanskritçe olan, ancak daha sonra Farsça ve Arapçaya da çevrilen bu eseri, Türkçeye ilk kez çeviren Kul Mes’ûd’dur.

Şeyhoğlu Mustafâ, Germiyan Beyi Süleyman Şah’ın (sal. 1368-1388) isteği üzerine Marzubân-nâme ile Kâbusnâme’yi Farsçadan çevirmiştir.

Erzurumlu Mustafa Darîr’ in de Sîretü’n-nebî, Fütûhu’şşâm Tercümesi, Yüz Hadîs Çevirisi gibi mensur eserleri vardır. Darîr, Kıssa-i Yûsuf’tan çok Sîretü’nnebî’si ile tanınmıştır. Altı cilt olan Sîretü’n-nebî, İbn Hişam, Vâkıdî, Ebu’l-Hasan Bekrî’nin eserleriden yararlanılarak yazılmış telif bir eserdir.

İbrahim bin Mustafa bin Alişîr’ in 1332 tarihinde Hama’da yazdığı Nazmü’l-hilâfiyyât Tercümesi, dört büyük mezhebin ve onların imamlarının birbirinden farklı olan görüşlerinin anlatıldığı, fıkıh sahasındaki dinî eserlerden biridir. Kutbuddîn-i İznikî, Mukaddime-i Kutbuddîn olarak da bilinen Râhatu’l-kulûb’unda, ayetlerden ve hadislerden hareketle “iman”, “namaz”, “zekat”, “oruç”, “hac” ve “umre” konuları hakkında bilgi vermiştir.

Muhammed bin Mustafa’ nın Tebâreke Tefsîri ile İhlâs Sûresi Tefsîri; Sa’lebî’nin Aydınoğlu Mehmed Bey adına (sal. 1301-1333) Ârâyisü’l-mecâlis adlı Arapça eserden çevirdiği Kısas-ı Enbiyâ ile yine Aydınoğlu Mehmed Bey adına bilinmeyen bir yazar tarafından Attâr’ın Tezkiretü’levliyâ’sının çevirisi, XIV. yüzyıl nesrinin önemli eserleri arasında yer alırlar.

Hamzavî’ nin (Ahmedî’nin kardeşi) Hz. Peygamber’in amcası Hz. Hamza’nın kahramanlıklarını anlattığı Hamzanâme de, bu yüzyılda yazılan dinî-destani mahiyette mensur eserlerdendir. Hamzavî, ayrıca kardeşi Ahmedî’nin İskendernâme’sini de mensur olarak yazmıştır.

İbni Baytar’ ın Kitâbü’l-câmi‘i fi’l-Edviyeti’l-müfrede adlı eseri, bilinmeyen bir yazar tarafından Aydınoğlu Umur Bey (1340-1348) adına Müfredât-ı İbni Baytar Tercümesi adıyla tercüme edilmiştir. Bu tercüme, Anadolu’da yazıldığı bilinen en eski Türkçe tıp kitabıdır. Bilinen ilk telif tıp kitabı ise, İshâk bin Murâd’ ın 1390 yılında yazdığı Edviye-i Müfrede’dir. Bu yüzyılda yazılan diğer tıp kitapları ise, Ali bin Abbâs el-Mecûsî’nin Kâmilü’ssınâtü’t-tıbbiyye adlı eserinin bir bölümünün tercümesi olan Kâmilü’s-sınâ’a ile Hacı Paşa lakabıyla meşhur olan Celâlüddîn Hızır’ ın daha önce Arapça olarak yazdığı Şifâü’l-eskâm ve Devâ’ü’l-âlâm’ı özetleyerek Türkçeye çevirdiği Müntahab-ı Şifâ’sıdır. Bu tıp kitapları, halk tarafından kolay anlaşılabilmeleri için sade bir Türkçe ile yazılmışlardır.