XIV-XV. YÜZYILLAR TÜRK EDEBİYATI - Ünite 1: XIV.-XV. Yüzyıl Edebiyatı-I: Anadolu ve Azerî Sahası Türk Edebiyatı Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 1: XIV.-XV. Yüzyıl Edebiyatı-I: Anadolu ve Azerî Sahası Türk Edebiyatı
Giriş: XIV. Yüzyılda Türk Dünyasının Genel Durumu
XIII. yüzyılda görülen Moğol istilaları sebebiyle bu yüzyılın ortalarından itibaren Horasan, Maveraünnehir, Harezm, Kıpçak, Azerbaycan ve Anadolu’da eski güç dengeleri bozulmuştur. Buralarda bulunan Türk devletleri yıkılarak yerlerine ya yeni beylikler ya da eskisinden daha güçlü pek çoğu Türk asıllı devletler kurulmaya başlamıştır. Bu nedenlerden dolayı XIV. yüzyıl, Türk dünyasının tarihî ve siyasî yönlerden oldukça hareketli ve karışık olduğu bir dönem olmuştur.
Anadolu Selçuklu Devleti, 1243’te Kösedağ’da Moğollarla yaptığı savaşta uğradığı yenilgiden sonra, hızlı bir çöküş dönemine girmiştir. Bu yenilginin ardından, uçlarda ve sınırlarda bulunan Türkmen beylerinin yavaş yavaş Selçuklularla olan ilişkilerini keserek bulundukları bölgelerde beyliklerini ilan etmişlerdir. Aydınoğulları, Menteşeoğulları, Karamanoğulları, Germiyanoğulları, Dulkadiroğulları ve Osmanoğulları bu dönemde kurulan Oğuz asıllı beyliklerden bazılarıdır. XIV. yüzyılda beylik merkezleri olan Kütahya, Karaman, Konya, İznik, Bursa ve Edirne şehirleri, aynı zamanda önemli kültür merkezleri olmuş ve buralarda bulunan medreselerden çok sayıda bilim adamı, şair ve sanatçı yetişmiştir. XIII. yüzyılda Anadolu’da yaygın olarak görülen tasavvuf, XIV. yüzyılda Mevlevîlik, Bektaşîlik ve diğer tarikatların mensupları aracılığıyla etkinliğini sürdürmüştür.
XIV. Yüzyıl Batı Türk Edebiyatı
XIV. yüzyılda geniş bir coğrafyada görülen Türk edebiyatı, Harezm, Altınordu ve Mısır sahalarında Doğu Türkçesiyle (Harezm, Kıpçak, Çağatay, Kuman-Kıpçak Türkçesi), Anadolu ve Azerbaycan’da ise Batı Türkçesi (Oğuzca) ile yazılan eserlerle gelişmeye devam etmiştir.
XIV. Yüzyıl Azerî Sahası Türk Edebiyatı
XIII. yüzyılda görülen Moğol istilasıyla, Azerî sahasında Farsçanın üstünlüğü sona ermiş ve Horasan’dan gelen Türk asıllı şairler, bu bölgede Türkçeyi edebî dil olarak kullanmaya başlamışlardır. Azerbaycan, Irak ve Anadolu’da bulunan Oğuz ve Türkmen boylarının dili olan Oğuzca, XIV. yüzyıldan itibaren;
- Azerî (Doğu Oğuzcası) ve
- Anadolu Türkçesi (Batı Oğuzcası) olmak üzere ikiye ayrılmıştır.
Bu iki edebî lehçe arasındaki farklılıklar ancak XVI. yüzyılın sonlarından itibaren kesin şekilde birbirinden ayrılmaya başlamıştır. XVI. yüzyılda Azerî sahasının önde gelen şairleri, Hasanoğlu, Kadı Burhaneddîn, Nesîmî ve Sultan Ahmed b. Veys’tir.
Hasanoğlu, XVI. yüzyılda Azerî sahasının önde gelen şairlerindendir ve hakkında bilinenler sınırlıdır. XIII. yüzyılın sonlarında ve XIV. yüzyılın başlarında yaşadığı tahmin edilen şairin asıl adı Şeyh İzzeddîn-i Esferâyânî ’dir. Şairin, Devletşâh Tezkiresi’nde bir Divan’ı bulunduğu ve bu Divan’ın XV. yüzyılda Azerbaycan’da ve Anadolu’da çok tanındığı bilinmektedir. Ayrıca şiirlerinin çağdaşı Seyf-i Serâyî’nin nazire mecmuasında yer alması, onun Mısır’a kadar geniş bir alanda tanındığını gösterir. Hatta Ahmed-i Dâ’î’nin onun bir gazeline yazdığı nazire, ününün Anadolu’ya kadar ulaştığının bir işaretidir. Şairin, bilinen aruz vezniyle yazılmış Türkçe üç gazeli bulunmaktadır.
Kadı Burhaneddîn ise Kayseri’de 1345 yılında doğmuş, babadan oğula geçen kadılık mesleğinde olan bir ailenin çocuğudur. Asıl adı Ahmed olup, babası Kayseri kadısı Şemseddîn Mehmed’dir. Küçük yaşlardan itibaren Arapça ve Farsçayı öğrenen; lügat, sarf, nahiv, me’ânî, beyân, aruz, hesap ve mantık ilimlerini okuyan Burhaneddîn Ahmed, on dört yaşında (1358) Mısır’a gitmiş ve Kahire Sargıtmışıya Medresesi’nde usûl-i fıkıh, ferâiz, hadis, tefsir, hey’et ve tıp eğitimi almıştır. Burhaneddîn Ahmed, 1365 yılında, 21 yaşında iken Kayseri kadılığına getirilmiştir. 1378’de vezir olarak atamış, 1381 yılı sonunda ise hükümdarlığını ilan etmiştir. Kadı Burhaneddîn 1398 yılında Akkoyunlu Türkmenlerinden Karayülük Osman Bey tarafından ani bir baskında öldürülmüştür.
Kadı Burhaneddîn, Oğuz Türkçesinin yanında Doğu Türkçesine de hâkimdir. Şiirlerinde, eski Anadolu Türkçesiyle birlikte Azerî ve Doğu Türkçesinin özellikleri de görülür. Farsça tamlamalara çok az da olsa şiirlerinde yer veren şair, devrin Türkçesini kullanması ve yerine göre soruşmak gibi yeni kelimeler de bulmasıyla dikkat çeker. Vezne hâkim olan şairin şiirlerinde, Farsça tamlamaların az olması, sık sık imale yapmasına sebep olmuştur. Bu nedenle, diğer divan şairlerinde görülen bazı aruz kusurları, bu şairde de görülür. Kelime hazinesi çok geniş olan ve dili ustaca kullanan şair, şiirlerinde taklidî seslerden ve tekrarlardan yararlanarak vermek istediği mesajı daha kuvvetli hissettirmeye çalışmıştır. Özgün benzetmeler yapan şair, daha çok beş ve yedi beyitten oluşan gazeller yazmıştır. Onun şiirlerinde, yer yer “ki” edatını kullandığı da görülür. Şiirlerinde daha çok aşktan, şaraptan, eğlenceden hoşlanan realist ve ihtiraslı bir insanın dünya zevklerini, sevgilinin güzellik unsurlarını işlemekle birlikte, tasavvufun düşünce ve mecazlarına da yer vererek, bunları en ince şekilde ele almıştır. Ayrıca şiirlerinde, mücadelelerle geçen hayatından izler görmek mümkündür. Kadı Burhaneddîn’in Türkçe Divan’ı ile Arapça yazdığı İksîrü’s-sa’âdât fî-Esrâri’l-ibâdât ile Tercîhü’ttavzîh adlı mensur iki eseri vardır.
Nesîmî, XIV. yüzyılda Azerî Türkçesi ile coşkulu ve lirik şiirler yazmıştır. Hayatı hakkında rivayetlere dayanan ve birbiriyle çelişen çok az bilgi bulunmaktadır. Soyu Peygamber’e dayandığı söylenen Nesîmî’nin asıl adı İmadüddîn, bir başka iddiaya göre de Nesîmüddîn’dir. Şiirlerinden, devrinin medreselerinde okuyarak iyi bir eğitim gördüğü anlaşılmaktadır. Şair 1404 yılında Halep’te öldürülmüştür. Şiirlerinde dört büyük halifeden yalnızca Hazret-i Ali ve Âl-i abâ’ya yer vermesinin de etkisiyle Alevî ve Bektaşîler de onu kendilerinden saymışlardır. Nesîmî, Alevî şairler arasında “Şâh-ı Şehîd” adıyla anılarak saygınlık kazanmıştır.
Nesîmî, önceleri Hüseynî mahlasını kullanırken, Fazlullah-ı Hurûfî’ye bağlandıktan sonra Nesîmî’yi kullanmıştır. Nesîmî’nin başarılı bir şair oluşunda, iyi bir eğitim almış olmasının ve bir seyyah gibi gezip dolaşmasının da büyük payı vardır. Nesîmî’nin zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetişmesinde doğup yaşadığı bölgenin önemli etkisi olmuştur. Arapça ve Farsçayı iyi bilen şairin, Türkçe ve Farsça şiirlerinin yanında Arapça gazelleri ve mülemmaları da vardır. Nesîmî’nin sanat hayatını iki devrede ele almak mümkündür:
- Hayatının ilk devresinde Hakk’ı, aşkı, doğru yolu arayan bir Nesîmî vardır. Bu dönemde, Celâleddîn-i Rûmî’nin etkisindedir.
- Hayatının ikinci devresi ise Fazlullah ile tanışmasından sonradır. Bu devrede Kur’an-ı Kerim’in sırlarının çözüldüğüne inanarak Fazlullah’ın dervişleri arasına katılıp onun büyük bir propagandacısı olmuştur. Hayatının bu ikinci döneminde coşkulu şiirler söylemeye başlamıştır.
Türkçeyi, yaşadığı yüzyılda Yûnus’tan sonra en iyi kullanan şair olan Nesîmî, Yûsuf Has Hâcib, Âşık Paşa ve Yûnus Emre gibi söze büyük önem verir, sanatı ile övünür ve kendine olan güvenini de açıkça belirtir. Aruzu en iyi şekilde kullanan Nesîmî, ayet ve hadisleri lafız olarak şiirine katmada (=iktibasta) çok ileri giden bir şairdir. Bu açıdan Türk edebiyatında Nesîmî gibi başka bir şairin bulunmadığını görürüz. Kafiyeye büyük önem veren Nesîmî, özellikle iç kafiye ve redifi fazla kullanmıştır. O, klasik şiir şekillerini başarıyla kullanır ve bu şiirin bütün kurallarına tam olarak uyar. Daha çok gazel nazım şekli ile şiirler yazan Nesîmî’nin öne çıkan başlıca özellikleri; şiirlerini musammat, yani dörtlük şekline gelebilecek beyitlerle yazması, samimi oluşu ve gönlünden geldiği gibi söylemesi, hitaplar, soru ve cevaplar ile şiirlerine canlılık katması, şiirlerinde dünyadan şikâyet etmekle birlikte hayattan zevk almayı tavsiye etmesi ve insanı yüceltmesi, mevsimlere, günlere ve sayılara, harflerden hareketle insan yüzüne ve vücuduna geniş yer vermesidir. Bugünkü bilgilere göre, akis sanatına edebiyatımızda ilk yer veren şair, Nesîmî’dir. Nesîmî’nin bilinen eserleri, Türkçe ve Farsça Divanları ile Hurûfîlikle ilgili olan Mukaddimetü’lhakâyık’tır.
Sultan Ahmed b. Veys, XIV. yüzyılda Azerî sahasında yetişen şairlerden biridir. Irak’ta İlhanlılardan sonra hüküm süren Türk sülalesi Celâyirlilere mensup olan Sultan Ahmed b. Veys, şair ve sanatkâr bir hükümdardır. Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler yazmış olan Sultan Ahmed’in, Mecmû’atü’nnezâ’ir’de bir gazeli bulunmaktadır. Sultan Ahmed’in bu gazelinden, usta bir şair olduğu ve Bağdad’da Celâyirlilerin sarayında Türkçenin edebî dil olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Şairin yedi Farsça divandan oluşan bir külliyatı bulunmaktadır.
XIV. Yüzyıl Anadolu Sahası Türk Edebiyatı
Anadolu Selçuklu Devleti’nin XIII. yüzyılın ortalarından itibaren giderek zayıflaması ve yüzyılın sonlarına doğru yıkılması üzerine Anadolu’da beyliklerin kuruluşuyla yeni bir dönem başlamıştır. XIV. yüzyılda yaşanan siyasî olaylara bağlı olarak Türk edebiyatında da önemli gelişmeler görülür. Bu dönemde, Anadolu beylerinin Türkçeye ve Türkçe eserlere değer vermelerinin yanında, şairlerin tasavvufî inançları halka ulaştırabilmek için Türkçe yazmak zorunda kalmalarından dolayı manzum ve mensur çok sayıda Türkçe eser yazılmıştır. Arapça ve Farsça bilmeyen Türk beyleri, çevrelerinde toplayıp korudukları şair ve yazarları, Türkçe eserler vermeye, çeviriler yapmaya teşvik etmişlerdir. Bunun sonucunda, pek çok konu alanındaki Arapça ve Farsça eserler, Türkçe’ye çevrilmiştir.
XIV. yüzyılda çeşitli Anadolu beyliklerinde Türkçe çevirilerinin yapıldığı bilinen bazı eserler şöyle sıralanabilir: Kâbus-nâme, Marzubân-nâme, Bâz-nâme, İlyâsiyye, Fâtiha ve İhlâs Tefsirleri, Tebâreke Tefsiri, Hüsrev ü Şîrîn, Ârâyisü’l-mecâlis, itâb-ı Tuhfe-i Mübârizî, Tezkiretü’l-evliyâ, Kelîle ve Dimne. Türkçe, bu yüzyılda saray ve ordunun yanı sıra yüksek memurların da dili olmuş ve Anadolu’da edebiyat dili hâline gelmiştir.
XIV. Yüzyıl Anadolu Sahası Şair ve Yazarları-I
XIII. yüzyılda doğan ve yetişen ancak, asıl verimli zamanlarını XIV. yüzyılın başlarında geçiren;
- Yûnus Emre (d. 1240-41),
- Gülşehrî (d. 1240) ve
- Âşık Paşa (d. 1272) Türk edebiyatının büyük şairleridir.
Yûnus Emre, adı ve şöhret Türk halkı arasında çok yaygın bir şairdir ve onun şiirleri bugün bile sevilerek okunmaktadır. Eserlerindeki bilgilere göre Yûnus Emre, Anadolu’da birçok yeri gezmiş, Halep, Şam, “yukarı iller” dediği Azerbaycan’a kadar gitmiş, Konya’da Mevlânâ’nın meclisinde bulunmuştur. Yûnus Emre’nin eserlerine göre, Arapça ve Farsçayı bildiği, dört kitabı (Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an) okuduğu, ayet ve hadislerden iktibaslar yapacak derecede sağlam bir İslami kültüre sahip olduğu anlaşılmaktadır. O, Konya medreselerinde öğrenim görmüş, Ahmed Fakîh ve Mevlânâ gibi şahsiyetlerin bulunduğu meclis ve eğitim yerlerinde yetişmiştir.
XIII. yüzyılın ikinci yarısı ile XIV. yüzyılın başlarında yaşayan Yûnus Emre, XIII. yüzyılda Anadolu’da gelişmeye başlayan tasavvufî halk edebiyatının en önemli kaynağı ve temsilcisidir. Sonraki yüzyıllarda yetişen çok sayıda şair, Yûnus Emre’den etkilenmiştir. Şiirlerini aruz ve hece vezni ile yazan Yûnus Emre, çoğu zaman aruz vezninin mısra ortasından ikiye bölünebilen kalıplarını kullanarak beyitlere dörtlük şeklinde yazılabilme özelliği vermiş ve böylece şiirlerinde ahenk sağlamıştır. Aruzla yazdığı şiirlerinde, bazı mısraların hece vezni ile yazıldığı görülür. Yûnus Emre, yaşadığı ilâhî aşkın heyecanını şiirlerinde terennüm eden bir derviş; şeriata (=İslam’a) bağlı, tarikat yoluyla marifete ulaşmış, hakikatin nuru ile ruhunu arıtmış kâmil bir insandır. Duygu ve düşüncelerini sade ve samimi bir dille ifade edebilen lirik bir şair olan Yûnus, yaşadığı yüzyılda Türkçenin de ifade gücü yüksek bir dil olduğunu başarıyla ortaya koymuştur. Yûnus Emre, aradan geçen yüzlerce yıla rağmen, canlılığını ve güzelliğini kaybetmeyen şiirleriyle Türk edebiyatının en büyük şairlerinden biridir.
Risâletü’n-nushiyye isimli ahlaki bir mesnevisi ve Divan’ı olmak üzere iki eseri bulunan Yûnus Emre, Türk edebiyatında hem Türkçe mesnevisi ve divanı olan ilk şair hem de Anadolu’da başlayan Türk edebiyatında ilk Türkçe divan sahibi olan şairdir.
Gülşehrî, XIII. yüzyılın ikinci yarısı ile XIV. yüzyılın ilk yarısında Kırşehir’de yaşamıştır. Hayatı hakkında çok az bilgi bulunmaktadır. Eserindeki beyitlere göre, şairin asıl adının Süleyman olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca iyi bir eğitim gördüğü, İslami ve edebî bilgiler yanında, fen bilimlerini de öğrendiği, hafız olduğunu eserlerinden elde edilen bilgiler arasındadır. Geniş bir tasavvuf bilgisi bulunan Gülşehrî’nin son eseri Mantıku’t-tayr’ı yazdığı 1317’den sonra vefat ettiğini söylemek mümkündür.
Gülşehrî, Türk edebiyatı Anadolu’da başladığı zaman, XIV. yüzyılın ilk yarısında Yûnus Emre ve Âşık Paşa ile birlikte eser veren üç büyük şairden biridir. Sultan Veled gibi ilk eseri Felek-nâme’yi Farsça yazan Gülşehrî, Türk edebiyatında mahlas kullanan ve bunun endişesini taşıyan ilk şairdir. Mantıku’t-tayr adlı eserinde, tercüme hikâyelerin yanında, Âhi Bişr hikâyesinde olduğu gibi kendisi de hikâyeler yazan Gülşehrî, bu bakımdan hem Türk edebiyatında ilk hikâye yazarı hem de Farsça eserlerden ilk hikâye tercüme eden şairdir. Türk edebiyatında Mesnevî hikâyelerinin ilk tercüme ve şerhini yapan da yine Gülşehrî’dir. Eserlerinde aklı rehber edinmeyi, doğru olmayı, doğruluktan ayrılmamayı öğütleyen, toplumda görülen sorunlarla da ilgilenen Gülşehrî, kendisini âhilerden sayar ve o devir için önemli olan âhilik anlayışının aksayan yönlerini eleştirir. Türkçede az çok âhilik hakkında bilgi veren ilk şair, Gülşehrî’dir. Gülşehrî’nin çekici bir anlatımı vardır. Özellikle nitelemeleri ve tasvirleri ile dikkat çeker. Ayrıca sorulu cevaplı ifadesi, üslubunun temelini oluşturur. Ancak bazı hikâyelerinde monoloğa ve diyaloğa da yer verir.
Başlıca eserleri; Felek-nâme, Mantıku’t-tayr (Gülşennâme), Arûz-ı Gülşehrî, Kudûrî Tercümesi, Kerâmât-ı Âhi Evren ve Şiirler ’dir.
Âşık Paşa, Kırşehir yöresindeki Arapkir’de 1272 yılında doğmuş, asıl adı Ali’dir. Kaynaklarda Âşık Paşa’nın iyi bir öğrenim gördüğü, Arapça ve Farsçanın yanında Ermenice ile İbraniceyi, İslami bilgilerle tasavvuf kültürünü öğrendiği, sufîyane şiirler yazdığı belirtilir. Süleyman-ı Türkmânî’den tasavvuf dersleri alan ve Şeyh Osman’ın derslerinde yetişen Âşık Paşa, devrinin siyasî şahsiyetleri yanında âlim ve şeyhleri ile temas kurmuş; Hacı Bektaş-ı Velî’nin eğitim halkasında bulunarak onun halifesi olmuştur. Âşık Paşa 3 Kasım 1332 tarihinde vefat etmiş, türbesi Kırşehir’dedir.
Âşık Paşa’nın en önemli özelliği, devrinin bir ideoloğu olmasıdır. O, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında kendine düşen görevi en iyi şekilde yerine getiren, yeni Türk devletinin kuruluşunda önemli olan temel meseleler üzerinde düşünen ve fikirler ileri süren bir bilgindir. İşe Türkçeden başlayan Âşık Paşa, bir devlet için dilin önemli olduğunu vurgular. Her hadiseye ibret gözü ile bakan ve insanı olayların arkasını görmeye davet eden Âşık Paşa, bu yönüyle hikemî edebiyatın da başında yer alır. Onda akıl, gözlem, düşünme ve hayattan ibret alma esastır.
XIV. yüzyılda en büyük mesneviyi yazan Âşık Paşa’nın, gazelleri de vardır. Bu şiirlerde, samimi bir dil ve üslup kullanan, Türkçenin gelişmesi için fikirler öne süren ve büyük gayretler sarf eden Âşık Paşa, Türkçenin ifade gücünü günümüzden daha canlı bir şekilde ortaya koymuştur.
Garîb-nâme, Âşık Paşa’nın en önemli eseridir. 10613 beyitten meydana gelen ve gözleme dayanan bu mesnevi, sosyal yönü zengin, dinî, tasavvufî ve ahlaki bir eserdir. Garîb-nâme’nin en önemli özelliğinden biri, tercüme değil telif olmasıdır. Garîb-nâme ile ilgili dikkat çeken bir başka durum, daha sonra başkaları tarafından Garîbnâme’den yapılan seçkilerin başka isimler altında düzenlenerek ortaya konulmasıdır. Âşık Paşa’nın Garîb-nâme dışında Fakr-nâme, Vasf-ı Hâl, Hikâye ve Kimyâ Risâlesi isimli küçük risaleleri de vardır.