XIX. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI - Ünite 3: XIX. Yüzyılda Encümen-i Şuara Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 3: XIX. Yüzyılda Encümen-i Şuara
Giriş
“Encümen-i şuara” bir cins isimdir. Asırlar boyu, “Padişah sarayında veya vilayetlerdeki şehzadelerin saraylarında, etraflarında birer muhit edinmiş devlet büyüklerinin konaklarında tertip edilen ve şairlerin de hazır bulunduğu içki ve şiir meclislerinin” ismine genel olarak “encümen-i şuara” denmiştir.
XIX. asrın başlarından itibaren, bütün Türk dünyasında encümen-i şuaraların ciddi bir değişim geçirdiği ve işlevini yeni baştan sorguladığı görülür. Aynı asrın Osmanlı şiirinde ise, büyük nitelik değişimlerine rağmen, gelenekli muhitlerin tamamı varlığını sürdürmektedir. Değişen, şairin hamisiyle kurduğu gelenekli münasebettir. Yeni hami, şairi nedimi katına taşımakta iken, yeni şair de ya hamisini “efendi” yerine “dost” olarak görmeyi, nüfuzlu bir dost edinmekten “arpalık” sahibi olmak manasını çıkarmamayı, hatta daha da ileri giderek, “hamilik” kavramını şiirin dünyasından tamamen kovmayı öğrenmektedir. Değişen, encümen-i şuaraların ruhudur. Beşiktaş Cemiyyet-i İlmiyyesi’nden beri, encümen-i şuaralarda ekâbir huzurunda ve rakip şairler karşısında kendini göstermeye çalışan sanatkâr tipi ortadan kalkmaktadır. Artık, ev sahibi ve onun misafirleriyle ilişkisini dostane sohbetlerden çok, politik yakınlaşmalar üzerine kuran; encümene katılan diğer şairlerle münasebetlerini ise yarışmadan çok, poetik yakınlıklara dayandıran bir sanatkâr tipi doğmaktadır. Osmanlı aydınlarının rical-i devlet (=bürokrat) kanadı aydın şairle bütünleşmeye başlarken şair sınıfı da kendi politik ve poetik eğilimlerine göre gruplaşmanın gereğini kavramaktadır. XIX. asrın Osmanlı şairi, eğilimlerine uygun mekânlarda, aynı eğilimi paylaşan başka ev sahibi ve şairlerle buluşmaya; müşterek bir fikir, müşterek bir edebiyat anlayışı etrafında birleştiği insanlarla “kamuoyu” denen büyük gücün oluşumu ve işlerlik kazanması için uğraşmaya başlar.
Asrın ortalarına gelindiğinde hanelerdeki encümen-i şuaraların, özellikle Mısırlılar’ın ve kıymet hükümleri Mısır’da şekillenmiş olanların konaklarına kaydığı gözlenir. Kahire kültürüyle yetişmiş ve hızla yükselmiş Türklerden Abdurrahman Sami Paşa, Suphi Paşa, Yusuf Kâmil Paşa, Münif Paşa gibi epeyce isim de hidiv paşanın sarayında yetişirken içinde bulundukları kültür muhitinin bir benzerini İstanbul’da oluşturmaya çalışırlar.
Encümen-i Şuara
“Encümen-i şuara” 1861 yılı baharında Hersekli Ârif Hikmet Bey’in Laleli Çukurçeşme’deki evinde buluşmaya başlayan ve her salı muntazaman devamla bir seneye yakın müddet bu edebiyat toplantılarını sürdüren şairlerin toplantısıdır.
Yaşça müdavimlerin bir kısmından daha genç olmasına rağmen, şiirdeki kudretiyle kendini kabul ettirmiş ve encümenin reisi mevkiine oturtulmuş olan, Emtia Gümrüğü Tahrirat Müdürü Leskofçalı Mustafa Galip Bey’dir (1829-1867). Encümenin ev sahibi, Sadaret Mektubî Kalemi’nden Hersekli Ârif Hikmet Bey’dir (1839-1903).
Encümen-i Şuara’ya iki türlü anlam verilebilir. Bu mahfele, kuruluş ve dağılış tarihleri, müdavimlerinin isimleri belli olan bir edebî topluluk olarak yanaşılabilir; bir topluluk değil, şiirdeki tavrını batılılaşma karşısındaki konumuna göre belirleyen “mutavassıtîn”in bir parçası olarak bakılıp Yenişehirli Avnî’den Muallim Naci’ye kadar aynı zihniyeti paylaştığı düşünülen şairlerin tamamını kucakladığı düşünülebilir. Mutavassıtînler edebiyatımızda batılılaşma gayretlerine paralel olarak doğan ve kimileri gelenekli kutupta toplanan kimileri de bir Doğu-Batı sentezinden yana olan edebiyatçılar. Bu takdirde, 1861’den önce ölmüş, sağ ama İstanbul dışında yahut henüz doğmamış olan şairler de encümene mensup sayılabilirler.
Encümen-i Şuara Toplantıları
Tanpınar, Encümen-i Şuara için “son pleiad” tabirini kullanmıştır. Bunun sebebi Encümen-i Şuara’nın, tıpkı XVI. asrın Parisindeki La Pléiade topluluğunun edebî esaslarını andırır bir temele oturmuş olması onu bu hükme vardırmıştır.
La Pléiade: Fransızların en eski edebî toplaşmalarından biridir. Encümen şairleri, içinde bulundukları ikilem bakımından onlara benzerler. Hem ana dillerini müdafaa eder, hem Arapça ve Farsça’nın -Pléiade’da Grekoromen dillerin büyük kolaylık ve geniş imkânlar tanıyan lügatlerinden kopamazlar. Hem millî vezin ve nazım şekillerine dönülmesi gerektiğini düşünür, hem de klasik kalıplardan sıyrılamazlar. İbnülemin ise, encümenden bahsederken, “Bu encümen Arab’ın Sûk-ı Ukazına âdeta nazire idi” cümlesini sarf ederek ona Şark geleneği içinde bir yer bulmaya çalışır ki daha sonraları da bu benzetme sık sık tekrarlanacaktır. Salı günü yapılan içkinin, sohbetin, şiir ve nazirelerin devrettiği bu toplantılar yaklaşık olarak bir sene kadar devam eder. 1862 yılının ortalarından itibaren art arda gelmeye başlayan pek çok şahsi sebepten dolayı encümen müdavimleri yavaş yavaş kopup dağılırlar. İsmail Hikmet ise, Encümen-i Şuara’nın dağılma sebebini, onu ayakta tutan unsurun edebiyat zevkinden çok, işret düşkünlüğü ile açıklar; ama şairlerin hiçbiri işretten vazgeçmediğine göre onları neyin ayırmış olabileceğini söylemez.
Encümen-i Şuara’nın Edebiyat Görüşü
Encümenin edebiyat anlayışı, yenilikler taşırsa da bunları edebî akımlar etrafındaki gruplaşmalarda rastlandığı cinsten? kendine has unsurlar olarak görmek mümkün değildir. Encümenin asli özelliğini bir “mutavassıt” duruşu oluşturur. Mutavassıtın duruşu, konumunu biri İstanbul’da, diğeri Paris’te seçilmiş iki nirengi noktasını birden kullanarak belirlemenin ilginçliklerini taşır. Encümen-i Şuara müdavimleri de bir asırdır sürüp giden yenileşme gayretlerinin bir parçası olarak çağdaşlaşmaya çalışan şiirdeki kültürel ikilemi hisseder ve bir kutupta “köhne” Doğu’nun, diğer kutupta “alafranga” Batı’nın şiir malzemesi dururken birini tercih yerine, her ikisinin karışımından yeni bir terkip bulmaya çalışırlar. Batı sanatı karşısında mutavassıt Türk sanatkârının “ben olarak kalırken o olmak” ideali, XVIII. asır sonlarından günümüze kadar bir kültür politikası olagelmiştir. Encümenin şiir çalışmalarını bu sürecin ve bu arayışın bir halkası olarak düşünmek doğru olur.
Encümen-i Şuara, değişme gayretiyle geçen bir asrın şiir üzerinde uyguladığı bütün deneylerin sonuçlarını görmek, sağlamasını yapmak ve bünyeye en uygun olanlarını uygulamaya sokmak maksadıyla yaşanan ciddi bir laboratuvar sürecidir. Şiirin dili, şekli ve içeriği üzerinde denenen yeni uygulamalar bunun iyi birer örneğidir.
Şiir Dilindeki Arayışlar
Encümen-i Şuara’nın şiir dili konusundaki arayışları, belli bir tercihe varamadan sonlanır; lakin bu arada geçmişin şiir dili üzerindeki bütün tasarrufları bir kere daha, sil baştan sınanmış ve XIX. asrın ikinci yarısında, şiirin ulaştığı noktada kullanılabilecek unsurlar ayıklanmaya çalışılmıştır. Gelenekte, şiirin klasik dilinden üç temel sapma, bir başka söyleyişle, dilin üç asli arayışı görülür; “saf/ sırf/ kaba” Türkçe, “sade” Türkçe, “Sebk-i Hindî”: ya da Hint üslubu Klâsik şiir içinde daha yüksek, daha derin, daha kapalı, daha süslü bir tarz oluşturma eğilimidir. Encümen-i Şuara’da bu sapmaların üçü de hiçbir tercih işareti gösterilmeden denenir; o kadar ki Sebk-i Hindî’yi yeniden ele alan bir şairin bir süre sonra kaba Türkçe ile de şiir söylediği çoktur.
Özellikle Galip, şiir dilinin gündelik dilin üstünde, özel bir dil inşa etmek olduğu; onu öğrenmek ve anlamak için de özel bir gayret harcanması gerektiği fikrindedir.
Encümen-i Şuara müdavimleri, bir taraftan XVII. asrın dil imkânlarını, tasavvuf lügatinin remizli ve Sebk-i Hindînin orijinal mazmunlu lisanını; diğer taraftan, geçen asırda başlamış yerlileşme gayretlerinin tercihi olan konuşma dilini kullanırlar. Bunlar dışında XIX. asrın ikinci yarısında Hoca Tahsin Efendi, İbrahim Ethem Pertev Paşa, Behçet Efendi gibi yenilik emaresi taşıyan şairlerden Şinasi’ye ulaşan bir çizgide sosyal hayatın ve asri fikirlerin dilini kullanırlar.
Şiirde Form Arayışları
Encümen mensupları, içinde bulundukları geleneğin şiir formlarını ve aruzu terk etmeyi asla düşünmezler; fakat onlara alternatifler aramayı da şairin sorumluluklarından bilirler. Hece vezni “halk şiiri” diye adlandırılan özel bir alanın vezni değildir; bu millete mensup olan herkesin ata mirasıdır. Batı toplumlarında olduğu gibi bir kast sistemi asla bulunmayan Osmanlı’da zaten herkes halktandır.
Encümenin niyeti, hece veznini folklorik kullanımıyla yaşatmak değil, onu klasik şiirin formlarına ilave etmektir. Bunun manası, divan şiirinin gelenekli şekillerinin adı korunurken, vezninin değiştirilmesidir. Sözün gelişi, Manastırlı Faik’in Sadrazam Âli Paşa için kaleme aldığı kaside, hece vezniyle ve dörtlükler hâlinde tasarlanmıştır. Tamamı on dörtlükten oluşan şiir şöyle başlar:
Aşkın illerini harâb eyleyen
Kanlı kılıncının mâcerâsıdır
Sınık yürekleri kebâb eyleyen
Kirpiğin okları, kaşın yâ’sıdır
Hece vezniyle yazılmış bir de gazeli olan Faik, hece veznini aydın edebiyatçılara tanıtmaya karar verip Türkçe Aruz adındaki kitabını kaleme alır. Kemal’in, Ziya Paşa’nın ve Niğdeli Hikmet’in de heceyle yazdığı şiirleri vardır.
Diğer taraftan, gelenekli divan tertibinin bozulmaya başladığı ve kasidesiz olan, gazelleri alfabetik değil de tematik ayrıma göre sıralanan divanların arttığı görülür. Buna mukabil, gazellerin bir kısmı hacim ve konu olarak kaside özelliği göstermeye başlar. Klasik şiirin neredeyse aynı manaya kullanılan “nazım” ve “şair” kelimeleri arasındaki fark belirginleştirilir. Nazım, şiirin vezin ve kafiye gibi biçimsel olan tarafına denir ve bir metnin şiir olabilmesi için vezinle kafiye şart değildir; muhayyel olması elverir. Demek ki, şiirin mensur (düzyazı) olması da mümkündür.
Estetik Tercihlerdeki Değişmeler
XIX. asır şiirinde devrin fikrî ve sosyal realitelerini işlemeye başlayan şair, bu tavrı ile cemiyetin bir ihtiyacına cevap verdiğini düşünmektedir. Encümen-i Şuara şairlerinin çoğunda, aydın olmanın gereklerini taşıyan, lakin şair ruhunu tatminden uzak görünen bu cins muhtevanın ortaya çıkardığı ve eksikliğini iki asırdır yavaş yavaş artan şekilde hissettiren bir estetik açlık yaşanır. Encümen müdavimleri, estetik bakımdan tatminkâr bulmadıkları, ama söylenmesinin gereğine de inandıkları gazelleri yanında; edebî açlıklarını bastıran, haz almalarını sağlayan şiirler de yazarlar ve kendilerine model olarak, klasik şairlerin hayallerle süslü iç dünyalarını aksettiren Sebk-i Hindîyi seçerler.
XIX. asrın ortalarında, şiir “tebliğ”ci bir anlayışa hızla teslim olurken encümen şairlerinden birkaçının da bu akışa kapıldıkları ortadadır; lakin ezici çoğunluk “beliğ” şiirin hasretiyle Sebk-i Hindîye koşmakta, aradığı elitist tavrı orada bulmaktadır. Geleneğin şiirinde mevcut olan kelime oyunları, duygu girdapları, incelmiş dikkatler, hatta nükteler bile hiç değilse bin yıllık bir süre içinde yavaş yavaş olgunlaşmıştır; her şey gayet hesaplıdır ve artık kavranması kolektif bir kültür birikimi ile kolayca mümkün olmaktadır. Oysa Sebk-i Hindî, şairin şahsi zekâ, şahsi hassasiyet ve şahsi yaratıcılık ile eser vermesine; şiir okurunun şahsi algısı, şahsi duyguları ve şahsi şuur dışı ile kavrayıp anlamlandırmasına açık bir şiir estetiği getirir ki, modern şiirin/ şairin yapmaya çalıştığı da birebir budur.
Encümen-i Şuara’nın Ardından
Encümen-i Şuara, şiirdeki değişmenin önemli bir ara merhalesi olarak ortaya çıkmış ve görevini tamamladıktan sonra da silinip gitmiştir; lakin ardında önemli bir yol açmış olarak… Encümenin dağılması, ona dâhil olan şairlerin de ortadan kalkması demek değildir. Şairler, yeni şiirin şartlarına ve imkânlarına göre kendi edebî tercihlerini değiştirmek ve geliştirmek suretiyle varlıklarını sürdürmek zorundadırlar. Zamana direnen bir şiir yazmak isteyen şair, zamana direnmekten vazgeçmek zorundadır. Kemikleşmiş tercihlerinden vazgeçemeyenler veya vazgeçmekten yana olmayanlar adları anılmayarak, anıldığında da olumsuz eleştiriler vesilesiyle anılarak yavaş yavaş unutulurlar.
Encümenin bazı isimleriyle mücadele eden zihniyetin, aynı tavrı Ârif Hikmet, Galip, Memduh veya Halet için göstermeyişleri düşündürücüdür. Sözün gelişi, 1910’da Şehabettin Süleyman’ın Tarih-i Edebiyyat-ı Osmaniyyesi yayımlandığında Ali Canip bir tenkit makalesi kaleme alarak Ârif Hikmet ile Kâzım’ın kitaba dâhil edilmeyişini de eksiklik saymıştır. İbrahim Necmi, Millî Mücadelenin ortasında, herkes birer “millîci” olmuşken bastırdığı edebiyat tarihinde, Ârif Hikmet’i “şeklen eski, fikren yeni manzumeleri ile şöhret-i mahsusa kazananlardan” diye anar. İsmail Habib, cumhuriyet devrinin “eski”ye bakışını da temsil eden Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi’nde Ârif Hikmet için, “İhtimal ki ömrü müsait olaydı, onu Kemal gibi, hiç olmazsa Ziya Paşa gibi, teceddüd edebiyatımızın mühim simalarından görecektik” diye yazar.
Encümenin asli rüknü, beyin takımı olan şairler genel kanaatin aksine gelenekli poetikayı (Şiir teorisi, şiir felsefesi, şiir hakkında düşünmeler) sürdürecek şairlerin değil de modern ve değişime açık bir poetikayı savunan şairlerin yetişmesine hizmet eder, onları desteklerler.
Sonuç olarak, Recaizade Ekrem’den Sami Paşazade Sezayi’ye kadar pek çok ismin yetişmesinde encümen şairlerinin doğrudan veya dolaylı payı bulunduğunu söylemek mümkündür.