XIX. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI - Ünite 1: XIX. Yüzyıl Türk Edebiyatına Genel Bir Bakış Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 1: XIX. Yüzyıl Türk Edebiyatına Genel Bir Bakış

Giriş

XVIII. yüzyılda Türk kültür ve sanat hayatında beliren kıpırdanmalar, XIX. yüzyılda etki alanını genişleterek, izlenebilen hareketlere dönüşür. Bir yandan gelenek içinde oluşan biçimler korunurken öte yandan değişen zihniyet yapısına uygun tercihler edebiyata yansır. XIX. yüzyılda eski ile yeni iç içedir. Bu bakımdan XVI ve XVII. yüzyıl Türk edebiyatını biçimlendiren geleneğin diri, biçimlendirici ve dönüştürücü işlevini XIX. yüzyılda görmek mümkün değildir.

Modernleşme Yolunda

Osmanlının klasik edebiyatının sonunu hazırlamak yolundaki ilk teşebbüsler için başlangıç tarihi olarak 1699 verilebilir. 1699, Osmanlının Batı karşısındaki kesin mağlubiyetini kabullenip Karlofça Anlaşması’nı imzalayışının tarihidir. Bu tarihten sonra, Devlet-i Aliyye Batı ile asırlardır sürdürdüğü mücadeleyi artık gelenekli yollarla devam ettiremeyeceğini anlamış ve düşmanına onun bilimi ve teknolojisiyle saldırmanın gereğine ikna olmuştur. Dolayısıyla, Batı’nın ilmini ve fennini almaya çalışmanın ilk amacı, düşmanıyla askerî seviyede eşitlenmektir; fakat bu gayrette ihmal edilen husus, insan faktörü olur. Bilim ve teknolojiyi ithal eden devlet olsa da onu öğrenecek ve uygulayacak olan yine insandır. Bir başka söyleyişle, Batı’nın ilmini ve fennini uygulamaya koyabilmek için, önce Batı’nın bilim ve teknoloji kültürünü benimsemiş fertler yetiştirmeye ihtiyaç vardır. Oysa bilim ve teknoloji kültürü, genel kültürden bağımsız olarak ithal edilemez; ilkini isteyen, onu ikincisinin paketinde bulur. İşte bu sebepledir ki, tamamen askerî seviyede kalması düşünülen yenileşme hareketleri, onu gerçekleştirebilecek Batılı aydınını da yetiştirmeye başlamış ve böylece, harbiye, mühendishane, tıbbiye, kışla gibi yerlerde eğitilenlerden sıradan meraklısına doğru gelişen bir istikamette Batılılaşma yaygınlaşmıştır. Batılılaşma önce maddi kültür unsurlarını (araç-gereç, mimari, giyim, mefruşat...) değiştirir; sonra sıra manevi kültür unsurlarının değişimine geldiğinde, edebiyat da bu yenilenmeden nasibini almaya başlar.

Edebî Yenilenme

Osmanlı edebiyatında değişim kıpırtılarının XVIII. asırdan itibaren yaşanmaya başlandığı söylenebilir; fakat bu gayretler, geleneği reddetmeden ve onun yerleşik dünyasında yapıldığı için yavaştır, zor fark edilir. Asırlar boyunca pekişmiş ve kemikleşmiş bir edebî geleneğin Batılılaşmaya başlandıktan sonra çabucak teslim olması beklenemez. Tam tersine, geleneğin direnci edebî Batılılaşmanın istikametini ve hızını belirleyecek kadar güçlüdür.

Osmanlının klasik edebiyatı ağırlıklı olarak manzumdur. Nazım kendi nizam ve intizamı içinde mevcuttur. Bu nizam, uzun asırlar içinde yavaş yavaş oluşup kesinleştiği için, yenilik isteğiyle taşlarını yerinden oynatmak isteyenlere direnir. Nesir ise hep biraz kenarda kalmış, bilhassa edebî nesrin gelişimi ihmale uğramıştır. Bundan dolayıdır ki Batılı nesrin klasik Türk edebiyatına girmesi şiirden çok daha kolay olmuştur. Roman, hikâye, tiyatro gibi Türk edebî geleneğinde birebir karşılığı bulunmayan türler, Osmanlı topraklarına kendi kültürleriyle ve kurallarıyla girebilmiştir. Oysa Batılı şiir, Türk topraklarındaki büyük gelenekle boğuşmak ve çoklukla mağlup olmak veya yerlileşip başka bir hâle dönüşmek suretiyle yaşayabilecektir.

Osmanlı şiirinin gelenekli poetikası Batı’nınkine benzememektedir; yeni olandan çok, mevcudun içinde farklı olanı aramayı hedefler. Bir başka deyişle, Osmanlının klasik şiiri müstesna olanı geliştirir. İlk yenilikler ise, o zamana kadar kaideyi bozmayan istisnaların genelleştirilerek kaideyi bozacak şekilde kullanılmalarından doğar. Şair, dönüşüme cesaret edemediği yerde, şiirini yenilemek için geçmiş örneklerden cevaz bekler; eski şairlerden birinin, belki de yalnızca bir kere denediği ve muhtemelen aldığı tepki üzerine benzerini ne kendisinin ne de çağdaşlarının tekrarlayabildiği bir farklılığı bulup geliştirerek yaygınlaştırmayı yenilik sayar. XVIII. yüzyıl dâhil olmak üzere, klasik şiirde tamamen avangard bir yeniliğe tesadüf edilme ihtimali hemen hemen hiç yoktur; çünkü şiirde daima eski ve yeni unsurlar birlikte bulunur (trans-avant-garde). Bergson’un ileri sürdüğü gibi, geçmişin hafızada yaşamayı sürdürdüğü, hiçbir şeyin hakikaten unutulmadığı fikri, bütün milletler ve kültürler için geçerlidir. Geçmişin tecrübelerinden izler taşımayan bir yenilik yoktur. Eski ile yeni arasında bir akrabalığın bulunduğunun fark edilmediği yerde, poetik bir gelenek kopukluğu, bir köksüzlük olduğunun göstergesidir. Köksüzlük, bazen yeniliğin bir şartı gibi gösteriliyor olsa da bu fikir doğru değildir. Gelenekle bağını tamamen koparmayı reddeden bir poetikayı izlemeleri, XVIII ve XIX. asır ediplerinin gelenekçi olduklarını göstermez; çünkü gelenek, yeniliği de kapsamaktadır.

Klasik’ten Barok’a

XVIII. asır da Osmanlı klasik sanatının son gürlüğü ve barok dönemidir. Nasıl ki, mimaride Nurıosmaniye Camii, resimde Levnî’nin son dönem nakışlarına eklemlenen Abdullah-ı Buharî tasvirleri yahut musikide Emin Ağa’nın peşrev ve saz semaileri için baroktan, hatta “Türk baroğu”ndan bahsediliyorsa, aynı dönemin klasik şiiri için de bu sıfat kullanılmalıdır. Klasik Türk şiirinin barok eğilimler göstermesi iki sebeple kaçınılmazdır; ilki, her klasik edebiyatın son devresinde mukadder olarak baroklaşması yüzünden; ikincisi de XVIII. asırda başlayan Batılılaşma gayretlerinin sanattaki yansımasının barok olduğu için. Bu asırda, klasik şiirin form, tür, muhteva, dil, dünyayı kavrayış ve ifade ediş gibi temel prensiplerinde görülen çözülme ve değişim bir çöküşten çok, dönüşümün ifadesidir. Bu dönüşüm, yenilenmeye müsaade eden bir kapı aralayacak ve XIX. asrın yenilik peşindeki edipleri bu kapıdan geçeceklerdir.

Batılılaşmanın Dış Etkenleri

Osmanlının Batı’nın kültürel değerleriyle tanışmasının yolları şunlardır:

  • Avrupalı sefirler ve sefarethaneleri, İstanbul alındığından beri Osmanlı topraklarında mevcuttur. Yeni tayin olunan her sefirin saraya ve devlet erkânına sunduğu armağanlar da Batılı kültürle tanışıklığı artırmıştır.
  • Levantenler, Osmanlı topraklarında ticaret yapmak isteyen Batılı şirket acentalarının Türk topraklarında yerleşmiş çalışanlarıdır. Evlerindeki Batılı hayata Osmanlıları dâhil etmekte bir sakınca görmezler. Müslüman bir Osmanlının Avrupa tarzı Noel ve yortu kutlaması, bale gösterisi ve salon hayatı ile ilk tanışması onlar sayesinde olur.
  • Gayrimüslim azınlıklar, Türk kültürüne yakın oldukları gibi Avrupa kültürüne de yakındırlar. Bilhassa Ermeni ve Rumlar, çocuklarını milliyetçi-romantik akımların tartışıldığı Avrupa üniversitelerinde okutur, Fransızca öğrenir, mefruşattan eğlence tarzına kadar pek çok bakımdan Avrupai bir hayat sürmeye çalışırlar.
  • Misyonerler, bilhassa Cizvit rahipleri, gittikleri yörenin dilini, kültürünü hızla kavrayıp halkla çabucak kaynaşarak yerlileşirler. Capucin rahipleri “dil oğlanları” yetiştirerek Osmanlının söz varlığını azınlıklardan dini bütün Hristiyan gençlerine öğretirken Devlet-i Aliye’nin dört bir yanındaki misyoner mektepleri ve gezgin misyonerler de Batı’nın din kültürünü ve dinî edebiyatını halka sevimli göstermeye çalışırlar.
  • Mülteciler için büyük ve merhametli devlet Osmanlıdır; ona sığınan, canından emin olur. Kurtarabildikleri maddi kültür unsurlarını yanlarına alarak, manevi kültür birikimlerini zihinlerinde taşıyarak iltica ederler. Böylece, Avrupa kültürünün bir parçasını Türk topraklarında yeniden ihya etme imkânı bulurlar.
  • Osmanlı sefirleri ve sefaretnameleri, Batı ile bizzat Batılı topraklarda iletişim kurmuş ve gözlem yapıp tecrübe edinmiştir. Bu sefirler aracılığıyla Batılı kültürle tanışma fırsatı doğmuştur.
  • Avrupalı sanatkârlar, asırlar boyu Şark’a ilgi duymuşlar ve Şark’tan da ilgi görmüşlerdir. Avrupalı gezgin kumpanyalar, bilhassa İtalyan trupları sık sık İstanbul’a gelip müzik, bale, pandomima gibi, dil üzerinden anlaşmayı gerektirmeyen sanatlar sergilerler. Oryantalist ressamlar, barok eğilimli mimar, iç mimar ve peyzaj mimarları, müzisyenler, sahne sanatkârları, seyyah edipler Osmanlı topraklarına gelerek kendi kültürlerini katarlar.
  • Mühtediler yani sonradan Müslümanlığı seçenler, ruhen İslam’a bağlanmış olsalar da maddeten hâlâ Batılıdırlar ve Osmanlının içindeki küçük Avrupa’yı temsile devam ederler.
  • Sultanlar ve aydın memurlar, sıradan bir meraklıya nazaran yurt dışıyla daha kolay ilişki kurabildikleri için önemlidirler. Onlar devletin başında olmak veya çarkını çevirmek gibi ayrıcalıklı konumları sebebiyle, dışarıdan öğrendiklerini yurda rahatlıkla tatbik etme imkânını da taşımalarıdır.
  • Ordu, askerî mektepler ve hocaları, Batılılaşmanın önemli unsurlarıdır. Tophane’de Comte de Bonneval ve Baron de Tott’un faaliyetleri, Humbaracı Ocağı, Fransız uzmanlar, askerî mühendishanelerdeki yabancı hocaların Türkçe bilmeyişi sebebiyle Fransızca sürdürülen eğitim yeni bir insan tipinin filizlenmesindeki önemli etkenler olmuştur.
  • Yurt dışına gönderilen talebeler, yurda yeni kültürel donanımlarıyla dönerler.

Tanzimat Fermanı

Devletin Batılılaşmaya karar verişi 1699’da iken, edebiyatın yenilenmeye başlamasını 1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilanına bağlamak, üzerinde çok düşünülmeden verilmiş bir karardır. Tanzimat Fermanı, devlet ve toplum hayatını değiştirecek yenilikler getirmeyip, o güne kadar geçen yaklaşık iki asır içinde, devlet anlayışındaki ve uygulamalardaki değişimle tebaya tanınan hakların bir yekûnünü çıkarır. Asıl maksat, içeriye bir yenileşme projesi göstermek değil, dışarıya bir itimatname göndermek olduğu için, bu fermanın bir şeyleri değiştirmesi mümkün değildir. Bu nedenle edebiyatın yenilik arayışlarıyla geçen bu süreçte 1856 yılı daha doğru bir tanım olacaktır. 1856, Kırım Harbi’nin ikinci ve son yılıdır; Kırım Harbi ise İngiliz ve Fransızlarla aynı saflarda savaşarak, İstanbul’un sosyal, siyasi, fikrî, maddî çehresini onlara göre şekillendirerek Batılılaşmaya yeni bir adım atan Osmanlının ilk yılıdır. Islahat Fermanı bu yıl ilan edilerek kültürel Batılılaşma resmîleştirilmiştir. Paris Antlaşması’nın ikinci maddesiyle artık, Osmanlı bir Avrupa devleti sayılmıştır. “Tanzimat Edebiyatı” adı altına alınan ilk isimlerin ilk ürünlerinin hepsi de bu tarihten sonra geçecek “bir eser hazırlamalık süre”nin sonunda, 1858-1860 yılları arasında yayımlanır. Muhaverat-ı Hikemiyye (Münif Paşa), Tercüman-ı Ahval, Şair Evlenmesi (Şinasi), Tercüme-i Telemak (Yusuf Kâmil Paşa), Tercüme-i Manzume (Şinasi) hep bu yılların ürünüdür. Encümen-i Şuara ve Genç Osmanlılar Cemiyeti (Meslek) de 1860’ın hemen eteğine ilişiverir. Sonuçta yirmi yıl boyunca bu adın taşıdığı vasıflara uygun eser verilmediği görülmektedir; edip ve eserde yenilik sayılan her şey 1856 sonrasında ortaya çıkmıştır; o hâlde bu edebî devreye yakıştırılabilecek en uygun sıfat “Islahat Devri Edebiyatı”dır. Böylece, yirmi yıl boyunca eseri olmayan “Tanzimat Edebiyatı” da ismini unutup aslî hüviyetini kazanarak kaynağına, o güne kadarki yenileşme macerasına eklemlenebilir.

Yenileşen Edebiyatın Özellikleri

Klasik edebiyatı yaşlandıran ve ölüme götüren, değişime ayak direyenlerin sayıca üstünlüğüdür. Hep baharı ve yazı yaşamasını bekledikleri bir edebiyat anlayışının sonbaharını görmek istemeyenler ya budamaya, aşılamaya, toprak değişimine izin vermeli ya da sonbaharı sevmeyi öğrenmelidirler. Buna izin veren ve edebiyat anlayışını da bu yolda değiştiren daha küçük bir grup, yenileşme hareketlerini sürdürmeyi ve XIX. asra bağlamayı başaracaktır. İşte gitgide genişleyen bu yol, bir taraftan klasik edebiyata ikinci baharını ve son gürlüğünü yaşatırken, diğer taraftan da modern edebiyatın yeşermesini sağlamıştır. Dolayısıyla klasik edebiyatın son nesli ile yeni edebiyatın ilk nesilleri arasında eserlerinin iç ve dış özellikleri bakımından ciddi bir fark görülmez; tek fark, yeniliğin dozunun XIX. asır boyunca yavaş yavaş artışındadır. Hâl böyle olunca, asrın 1880’li yıllara kadarki manzum edebiyatının özelliklerini göstermek demek, genellikle XVIII. asırda denenmeye başlamış yeniliklerin aldığı son durumu tespitten ibaret olacaktır. Daha önce işaret edildiği gibi, bu gelişmelerin nesir edebiyatını da kapsaması mümkün değildir; çünkü nesir, Batı’dan kendi geleneği ve kurallarıyla gelmiştir. Önce gazeteci nesri sonra da genellikle gazeteciler tarafından yazılan roman, hikâye ve dramaların edebî nesri belirmiştir.

Form Değişimleri

XVIII. asırdaki ilk ciddi teşebbüslerden XIX. asrın son çeyreğine kadar geçen uzun zaman dilimi içinde, şiirin değişmesinin gereğine inanan şairler hep temel nitelik saydıkları şekli bozmaya çalışırlar. Gerçekleştirilebilen önemli formal yenilikleri şu şekilde sıralamak mümkündür:

  • Divan tertibini bozarak medhiye tarzı kasideleri almamak veya yerini değiştirmek; gazellerin alfabetik sırasına “kafiyetü’l-pâ”, “kafiyetü’lçim” gibi gelenekte olmayan bölümler ilave etmek; gazelleri formları yerine temalarına göre, “sufiyane ve hakimane söylenilen gazeliyyattır”, “rindane ve aşıkane inşad olunan gazeliyyattır” gibi başlıklarla tasnif etmek.
  • Türk aruzunda nadiren kullanılan veya hiç kullanılmayan vezinlere işlerlik kazandırmak; Arapça ve Farsça asıllı kelimeleri Türk telaffuzuna göre aruza çekmeyi hata ve zaaf eseri olmaktan çıkarış (“hüsn” yerine “hüsün” gibi); hece veznini kullanmakta ve bu yoldaki şiirlerini divanına almakta mahzur görmemek.
  • Kafiye ve redifi şiirin konu bütünlüğünü sağlamada kullanmak; alışılmadık redifler bulmayı yenilik arayışı saymak; redifsiz şiir kadar, bütün mısrayı kaplayan redifleri de denemek; kafiye olarak Türkçe asıllı kelimeleri ısrarla kullanmak ve onları Arapça, Farsça kelimelerle kafiyelendirmekte bir mahzur görmemek; şiirin vezinsiz ve kafiyesiz de olabileceğini söylemek.
  • Nazım şekilleri gevşemeye başlar. Kasidenin bir form mu yoksa tema mı olduğunu tartışmak; dörtlükler, beşlikler hâlinde veya mesnevi formunda kaside ve gazel yazmak; kıt’a gibi, ilk beyti musarra olmayan kaside söylemek ve ilk beyti musarra kıt’a düzmek; kasidede ve gazelde tarih düşürmek; kasidenin bölümlerini değiştirmek.

Muhteva Değişimleri

  • Gelenekli mazmunların bir kısmını “köhne”, “bîmana” veya “kerih” bularak şiirin lügatinden çıkarmak ve “bikr-i mazmun”a önem vermek; çağa uygun yeni mazmunlar icat etmek(tiyatrohaneyi ibret sahnesi olarak dünyaya, vapur ocağını âşığın yanan gönlüne, telgraf tellerini sevgilinin saçlarına benzetmek gibi)
  • XVIII. asrın mahallîleşme cereyanı bir sonraki asra, yerelleşme’den ziyade yerlileşme olarak taşınır. Bir yandan şiirde İran etkisi hafifletilerek diğer yandan avami eğilimler törpülenerek bir orta yol bulunmaya çalışılır. Artık, Osmanlı şiir arsasına kurulmuş eski Acem köşkü yıkılmadan, yerine yeni ve yerli şiirin inşa edilemeyeceği fark edilmiştir.
  • Tasavvufi şiir ile geniş kitlelerin ihtiyacı olan hikemi şiir arasındaki fark açılmaya başlar. Sade Müslümanın gündelik ihtiyaçlarını karşılayacak, müşkillerine çözüm yolları tavsiye edecek didaktik bir şiir anlayışı öne geçer.
  • XVIII. asırdan itibaren gittikçe yaygınlaşan bir tarz belirir ve erkek şairler, sevilen kadının ağzından gazeller yazmaya başlarlar. Böylece o zamana kadar şiirin pasif bir nesnesi olan kadın aktif bir varlık kazanırken erkek şair de empati kurmayı öğrenir.
  • Şiirin en yaygın konusu olan aşkta büyük değişim görülür. Şair, sevdayı ve sevgiliyi yücelterek ilahî bir noktaya taşımaktan vazgeçerek daha beşerî, daha gerçekçi bir zemine indirir.
  • Şiirin gelenekli temaları arasına vatan, millet, hürriyet, adalet, eşitlik, medeniyet, terakki, alafrangalık gibi kavramların ilavesi; şairin, azınlıkları ve kendisini poetik figürlere dönüştürmesi, çocukları farkediş, ya çocuk ağzından ya da çocuklar için şiir yazma, mahallî renkleri işleme, Osmanlının hayatına yeni katılan nesneleri şiire malzeme yapma (şemsiye, yelpaze, resmî nişan, tablo).

Şiir Dilinin Değişmesi

  • XVIII. asırdaki mahallîleşme cereyanı ve yönetici kadronun “kaba Türk”lerden oluşması, şiir dilinin sadeleşmesinde önemli bir etken olmuştur. Bilhassa Sultan III. Selim ve II. Mahmut’un gayretleriyle dilde genel bir sadeleşme yaşanır.
  • XVIII. asırda sade Türkçenin yaygınlaşması, tasavvufi edebiyatın dilinin de değiştirilmesini gerektirmez. Öte yandan dildeki sadeleşme hemen karşı kutbunu yaratır ve “sebk-i Hindî”nin girift dilini, özel kelime kadrosunu, ilginç terkiplerini canlandırır.
  • Osmanlı şiir dilinin Arapça ve Farsça asıllı kelimelerden beslenen ana arterine başka dillerin eklendiği, XVIII. asırda fark edilirse de bu durumun şiir için sıkıntı yaratmaya başlaması bir sonraki asrın son çeyreğindedir. Rumca ve Ermenice başta olmak üzere, azınlıkların dillerinden kelime ve tabirlerin şiire girişi sevimli bir çeşitlilik olarak algılanır; fakat eskilerde İtalyancadan, XIX. asırda bilhassa Fransızcadan alınma kelimelerin şiirde kullanımının gitgide yaygınlaşması, Edebiyyat-ı Cedidenin “alafrangalık”la suçlanmasına kadar uzanan bir sürecin başlangıcı olur.

Sonuç olarak XVIII. asrın başlarından itibaren klasik edebiyatın yavaş yavaş çözüldüğü görülmektedir. Bu çözülme, bir yenileşme gayretini de beraberinde getirdiği için edebiyatın gelenekli unsurlarının değişimi yolundaki teşebbüsler zaman zaman “inhitat”, “inkıraz” gibi sıfatlarla adlandırılmıştır. XIX. asra bakıldığında, geleneğin devam etme çabası yanında, filizlenmeye çalışan modern edebiyatın ilk işaretleri de fark edilmektedir.