XVI. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI - Ünite 3: Türk Edebiyatının İki Zirve Şairi: Fuzulî ve Bakî Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 3: Türk Edebiyatının İki Zirve Şairi: Fuzulî ve Bakî
Giriş
XVI. yüzyılda Türk şiiri çok önemli şairler yetiştirmiştir. Bu şairlerin içinde Fuzulî ve Bakî; temsil kabiliyetleri, şöhretleri ve etkileriyle zirve kabul edilirler. Eski Türk edebiyatının bu iki zirve şahsiyeti, binlerce divan şairi arasında seçkin bir yer edinmiş ve eserleri günümüze kadar süren bir ilgi ve sevgiyle okunmuştur.
Fuzulî (1483-1556)
Fuzulî, ömrü boyunca Bağdat ve çevresindeki şehirlerde yaşamıştır. Onun tam olarak nerede doğduğu tartışmalıdır. Kaynakların bir kısmı onu Bağdatlı gösterirken Necef, Hille veya Kerbela’lı olduğunu söyleyenler de vardır. Gerek eski gerekse günümüzdeki belgeler, onun Selçuklular zamanında Kerkük ve Bağdat çevresindeki geniş alana yerleşen Türkmenlerin Bayat boyuna mensup olduğu konusunda birleşirler. Fuzulî’nin doğum yeri gibi doğum tarihi de tam olarak bilinmemektedir. Fuzulî’nin asıl adı Mehmet ve babasının adı ise Süleyman’dır.
Fuzulî, hayatı boyunca Bağdat ve çevresine egemen olan farklı devletlerin yönetiminde yaşamıştır. Bunların bir kısım idarecileriyle iyi ilişkiler kurmasına rağmen gönlünce bir hâmî (koruyucu) bulamamıştır. Çocukluk ve ilk gençlik yılları Akkoyunlular dönemine (1470-1508) rastlar. Mevcut bilgilerimize göre ilk kasidesini, 1504 yılında ölen Akkoyunlu Elvend Bey’e sunmuştur.
1534 yılında Kanunî, Bağdat’ı fethettiğinde Fuzulî bu fethi tebrik amacıyla padişaha uzun bir kaside sunmuş ve sonunda da; “Geldi burc-ı evliyâya pâdişâh-ı nâmdâr” (Şanlı sultan, büyük velilerin yattığı Bağdat’a geldi) dizesini tarih düşürmüştür.
Fuzulî, 963/1556 yılında Bağdat ve çevresini kasıp kavuran büyük veba salgını sırasında muhtemelen Kerbela’da vefat etmiştir. Ölümüne, ebcet hesabıyla “Geçdi Fuzûlî” sözüyle tarih düşürülmüştür. Mezarlarının ehl-i beyt türbelerine yakın olmasını arzu eden pek çok Şiî gibi Fuzulî de bir beytinde, öldüğü zaman üzerine Hz. Hüseyin’in gölgesinin düşeceği bir yere gömülmeyi vasiyet etmiştir. Bu isteğine uygun olarak Kerbela’daki Hz. Hüseyin Türbesi'nin yanına gömüldüğü sanılmaktadır.
Edebî Kişiliği
Fuzulî hiç şüphesiz XVI. yüzyıl Türk edebiyatının en büyük şairidir. Fuzulî’nin şiirleri çok geniş bir coğrafyada tanınmış ve eserleri farklı kültür çevrelerinde sevilerek okunmuştur. Bunun sebebini anlamak için onun şiirinin belirgin özelliklerini maddeler hâlinde gözden geçirelim.
- Fuzulî’nin şiirlerinde okuyucu ile bütünleşen ve onu etkisi altına alan yalın ve içten bir söyleyiş tarzı vardır.
- Fuzulî’nin eserlerinde Türkçe, insan duygularını en ince ayrıntılarına kadar ifade edebilecek sihirli bir kemana dönüşür. Fuzulî, sözün çağrışım gücüne inanır. Onun için birden fazla anlamı olan kelimeleri bir arada kullanır. Gazellerinde sadelik ve halk zevkine yakınlık, kasidelerinde ise düşünce ve belagat öne geçer. O, bilgin tavrını kasidelerine, coşkusunu ise gazellerine yansıtır.
- Fuzulî’nin şiir dili ağırlıklı olarak Azeri Türkçesinin özelliklerini yansıtmakla beraber devrinin Osmanlı Türkçesinden ve Çağatay Türkçesinden de uzak değildir. Onun Azeri sahasının dışında, hem Anadolu hem de Çağatay sahasında sevilmiş olmasının sebeplerinden biri de bu özelliği olmalıdır. Bu bakımdan bütün Türk dünyasında Fuzulî Divanının el yazmalarına rastlanır.
- Fuzulî, üç dilde şiir söylemiş ve farklı alanlarda eser vermiştir. Onun Arapça şiirleri orta seviyededir. Buna karşın Farsça şiirlerinde tıpkı Türkçe şiirleri gibi üstün bir kabiliyet sergilemiştir.
- Bilgin bir şair olan Fuzulî’nin bilgisi şiire ayrı bir derinlik ve boyut katmaktadır.
- Fuzulî’nin şiirinin ayırıcı özelliklerinden biri de iç musikisidir. Belki halk zevkine yakın oluşundan gelen cinaslar, söz ve ses tekrarları onun şiirlerine musiki çeşnisi katar. Şair, çok zaman anlattığı konuya uygun sesler seçer.
- Fuzulî’nin şiiri, Türkçenin aruza uyum sürecindeki önemli aşamalardan biridir. Onun şiirlerinde imale ve zihaf gibi aruz arızaları neredeyse yok denecek kadar azdır. Şairin kafiye ve redifi, ele aldığı konuyla kaynaştırması da ustacadır.
- Fuzulî daima gündemde kalmasını; insanlığın ortak duygu ve düşünceleri olan aşk, ıstırap, dünyevi zevk ve zenginliklerin boşluğu ve hiç kimsenin pençesinden kurtulamayacağı ölüm düşüncesi gibi, evrensel ve asla modası geçmeyen temaları işlemesine borçludur.
- Fuzulî’de aşk, sadece bir duygu değil, adeta varlık sebebidir. “Aşk imiş her ne var âlemde” dizesiyle bunu ifade eder. Aşk kavrayışı bakımından şair, bir yandan geleneğe bağlı kalırken diğer taraftan gelenek içinde kendisine özgü etkileyici bir tutum geliştirmiştir. Fuzulî’de aşk evrenseldir ve her şeyi kapsar. Şairin çeşitli beyitlerinde parça parça ifade ettiği bu aşk anlayışı, Leyla ve Mecnun mesnevisinde bir bütün olarak karşımıza çıkar. Bu eserde anlatılan aşk, ne tamamen maddi ne de bütünüyle platonik ve ilahîdir. Başlangıçta beşerî olarak başlar, sonra evreni kapsar ve ilahîleşir.
Fuzulî’yi Etkileyen Şairler ve Fuzulî’nin Etkileri
Klasik şiir daima geleneğin izinde yürür. Bu da şairlerin, kendilerinden önceki ustaları iyi tanımalarını ve onları izlemelerini gerektirir. Araştırmacılar Fuzulî’nin şiirlerinde hem Fars edebiyatının hem de Türk edebiyatının etkilerini tespit etmişlerdir. Fars şairlerinden en fazla Hafız, Molla Camî, Nizamî ve Selman-ı Savecî’nin şiirlerinden ilham almıştır. Türk şairleri arasında ise bilhassa aynı lehçenin temsilcisi olan Habibî’nin tesiri altındadır. Anadolu sahasından da Ahmedî, Şeyhî, Karamanlı Nizamî ve bilhassa Necatî’nin izlerini görmek mümkündür. Ancak onun en fazla ilgi duyduğu ve birçok şiirine nazire yazdığı şair, Çağatay sahasının büyük ismi Ali Şir Nevayî’dir. Ayrıca Bağdat fethi münasebetiyle tanıştıkları Hayalî ile Fuzulî’nin birbirine nazire niteliğinde şiirleri mevcuttur.
Fuzulî, kendisinden sonra yetişen şairler üzerinde daha hayattayken başlayan derin tesirler bırakmış, bir nevi ekol olmuştur. Onun gazellerine nazire söylememiş divan şairi yok dense yeridir. Hemen her cönkte ona ait şiirlere rastlanması onun halk şairleri tarafından benimsendiğini gösterir.
Eserleri
Fuzulî, üç dilde manzum ve mensur eserler vermiştir. Arapça divan tertip ettiği söylense de günümüze sadece on bir Arapça kasidesi ulaşmıştır. Bir de kelam ilmiyle ilgili Matla’u’l- itikad fî marifeti’l-mebde ve’l-mead adlı mensur bir eseri vardır. Fuzulî’nin Farsça, hacimli bir divanı vardır.
Fuzulî Türkçe eserleriyle üne kavuşmuştur. Özellikle Türkçe gazelleri, Leyla vü Mecnun mesnevisi ve Hadikatü’s-Süeda adlı makteli beğenilmiştir.
Bakî (1526/27-1600)
Asıl adı Mahmut Abdulbakî’dir. 933/1526-27 yılında İstanbulda doğdu. Babası Fatih Camii müezzinlerinden Mehmet Efendi idi. Bu zatın sesinin çirkince olduğu ve bu yüzden Bakî’yi çekemeyenlerin ona “Gurabzade: Kargazade” diyerek sataştıkları söylenir.
Bakî, iyi bir medrese eğitimi gördü. Karamanizade Mehmet ve Ahmet Efendilerden ders aldı. Bakî’nin arkadaşları arasında ileride her biri alanında meşhur olan Nevî, Üs- küplü Valihî, Edirneli Mecdî, Hoca Sadettin ve Karamanlı Muhyittin gibi kişiler vardı. Bakî, bir yandan tahsilini sürdürürken diğer taraftan devrin şiir söyleme modasına uyarak ilk denemelerini de yazmaya başlamıştı.
Şiir söylemenin yanında eğitimini de sürdüren Bakî, 1552’de öğretime açılan Süleymaniye Medresesi’nde Kadızade Şemsettin Ahmet Efendiden ders almaya başladı. Bir taraftan bu derslere devam ederken öte taraftan da yapımı sürmekte olan Süleymaniye Külliyesinde bina emini/sorumlusu olarak çalışıyordu. Hocası 1556 yılında Halep kadılığına atanınca o da birlikte gitti ve kadı naipliği /yardımcılığı yaptı. Halep’te dört yıl kadar kaldı. Orada Şah Abbas’ın kütüphanecisi ve Mecmau’l-Havas adlı şairler tezkiresinin de yazarı Sadıkî-i Kitabdar ile tanışıp sohbetlerde bulundu. Kadızade, 1560 yılında Halep kadılığından istifa ederek İstanbul’a dönerken Bakî de onunla birlikte döndü.
Sadrazam Rüstem Paşa ve onun 1561’de ölümü üzerine yerine geçen Semiz Ali Paşa’yla yakınlık kurmaya çalıştı. Bu arada medrese eğitimini de tamamladı. 1564 yılında günlük yirmi beş akçe maaşla müderrislik fermanı çıkan Bakî, padişahın himayesiyle medrese basamaklarını hızla tırmandı. Kanunî, Bakîdeki şairlik yeteneğinin farkındaydı. Nazireler yazması için ona gazellerini gönderiyordu. Bakî de bir yandan sultana nazire ve tahmisler yazarken, bir yandan da kasidelerini takdim ediyor ve karşılığında hediyeler alıyordu. Henüz kırk yaşını doldurmamış olan Bakî, Kanunî’nin isteği üzerine o zamana kadar yazdığı şiirleri bir araya toplayarak divan tertip etti ve padişaha sundu. Kaynaklar padişahın şaire verdiği değeri gösteren şu sözünü nakleder: “Padişahlığımın en büyük mutluluklarından biri saltanat zamanımda Bakî gibi bir şairin yetişmiş olmasıdır.
Kanunî devrinde el üstünde tutulan Bakî’nin hayatı daha sonraki üç hükümdar, yani II. Selim, III. Murat ve III. Mehmet devirlerinde inişli çıkışlı bir seyir izledi. II. Selime tahta çıkışını tebrik maksadıyla bir cülusiye takdim eden şair, umduğu caizeyi alamadığı gibi sebepsiz yere Murat Paşa Medresesi müderrisliğinden de azledildi (görevinden alındı). Üç yıllık bir azil devresinden sonra 1569da Mahmut Paşa, 1571de de Eyüp müderrisliğine atandı.
1573 yılında Sahn müderrisliğine getirildi. Bakînin meslek hayatındaki bu yükselişi 1574 yılında tahta geçen III. Murat zamanında da devam etti ve 1575’te Süleymaniye müderrisliğine yükseltildi. Ardından1576da Edirnedeki Selimiye müderrisliğine, 1579da ise Mekke kadılığına atandı. Yaklaşık üç yıl burada kalan şairin gönlü İstanbul’daydı. Nihayet 1582 yılında bu isteğine kavuşarak İstanbul’a geldi. Kendisi de şair olan ve Muradî mahlasını kullanan padişahın gazellerine yazdığı nazirelerle onun ilgisini çekmeyi başardı. Bunun sonucu olarak da 1584 ve 1586da iki kere İstanbul kadılığına getirildi. Aynı yıl Anadolu kazaskeri yapıldı ve iki sene bu görevde kaldı. Bunu üç yıllık bir azil dönemi izledi ve 1591de yine bu makama iade edildi.
Anadolu kazaskerliğinden sonra önünde iki hedef kalmıştı: Rumeli Kazaskerliği ve ardından Şeyhülislamlık. Rumeli Kazaskeri oldu fakat Şeyhülislam olamadan 7 Nisan 1600 Cuma günü vefat etti.
Edebi Kişiliği
Bakî, Kanunî’nin iltifatına nail olmuş ve sultanu’ş-şuara (şairler sultanı) unvanıyla anılmıştır. Onun adı ve eserleri Osmanlı sınırlarını aşmış, Azerbaycan, İran ve Hint saraylarına kadar ulaşmıştır.
Bakî, Osmanlı şiirinde klasik söyleyişin en büyük ustası olarak kabul edilir. Çok sağlam ve kusursuz bir söyleyişi vardır. Şiirlerinde mana ve aruz uyumu en üst düzeye ulaşmış, çağdaşlarında rastlanan imale ve zihaf gibi söyleyiş kusurları asgari seviyeye inmiştir.
Bakî, hem gazel hem kaside tarzında başarılı örnekler vermiştir. Yine de birçok ünlü kasidesine rağmen o daha çok, bir gazel şairidir.
Hayatın zevk ve eğlenceleri, insanın bu dünyada gününü gün etmesi gerektiği gibi görüşler gazellerinin başlıca temasıdır. Deruni aşk, ıstırap duygusu ve manevi bahislere yahut derin bir tefekküre Bakî’nin şiirinde nadiren rastlanır. Dolayısıyla onun şiirlerini büyük kılan şey, hayallerindeki orijinallikten çok, ifade kudretidir. Zevkçi ve dünyevi özellikleriyle Bakî, çağdaşı olan Fuzulî’den çok farklıdır. İki şair arasındaki tematik farklılık şiir tekniğinde de kendisini gösterir. Fuzulî’nin aksine Bakî’de coşkun ilhamlar yoktur. O, şekil mükemmeliyetine önem verir. Şiirini ince hayaller ve nüktelerle süsler ve bilhassa iham, tevriye ve harf oyunları ile zenginleştirir.
Kısacası Fuzulî’nin şahsiyeti kendi üslubunda gizlidir, Bakî’nin üslubu da kendi şuh ve nükteci karakterini yansıtır. Şeyhülislamlığına ramak kalmış olduğu hâlde hemen her şairin divanında yer alan tevhit, münacat, naat gibi dinî ve tasavvufi içerikli türlere iltifat etmemiştir. Öyle anlaşılıyor ki Bakî, şiirini dünyevi arzularını ifade ve isteklerini temin etmek yolunda kullanmıştır. Dinî konuları ise mensur eserlerine saklamıştır. Bakînin şiirlerinde tabiat ve İstanbul’dan çizgilere sık sık rastlanır.
Bakînin şiirindeki söyleyiş kudreti, devrinden başlayarak pek çok şairi büyülemiştir. Yahya Kemal’in sevdiği şairler arasında yer almasının nedeni de budur. Cumhuriyet sonrası Türk şiirinde de Bakî, genellikle Nedîm’le birlikte anılır.
Eserleri
Bakî Divanı: Divanını henüz kırk yaşlarında iken Kanunî Sultan Süleyman’ın isteğiyle tertip ettiğini belirtmiştik. Bu tertipten sonra yaklaşık otuz beş sene daha yaşamış ve birçok yeni şiir yazmıştır. Bu yeni şiirlerin ilavesiyle değişik tarihlerde divanın yeni tertipleri yapılmıştır. Bu yüzden divan nüshaları arasında hacim bakımından büyük farklar mevcuttur. Bakî Divanı’nın 1859 yılında taş baskısı yapılmıştır. Bunu iki eksik yayın daha izler.
Bunlardan biri R. Dvorak (Leiden, 1908-1911) ve diğeri Sadettin Nüzhet Ergun’a aittir (İstanbul 1935). Bu eserlerde yer almayan çok sayıda şiirin de ilavesiyle Bakî Divanı’nın son baskısı Sabahattin Küçük tarafından hazırlanmıştır (Ankara 1994). Bu yayına göre divanda; 27 kaside, 9 musammat ve 548 gazel mevcuttur. Bakî Divanı’nın bir kısmı Hammer tarafından 1825’te Almancaya da çevrilmiştir. Bunlar dışında Bakî’nin seçilmiş şiirleriyle ilgili yayınlar mevcuttur.
Fezailü’l-Cihad: Ahmet b. İbrahim’e ait, kısa adı Meşari’u’l-Eşvak olan ve cihadın faziletlerinden bahseden Arapça eserin tercümesidir.
Fezail-i Mekke: Şair, Mekke kadılığı esnasında Sokullu’nun emriyle Arapça’dan tercüme ettiği bu eserini İstanbul’a döndüğünde III. Murat’a sunmuştur.
Mealimü’l-Yakin fi Sireti Seyyidi’l-Mürselin: Şehabettin Ahmet b. Hatib el-Kastallanî’nin Mevahibu1-Ledünniyye isimli meşhur siyerinin tercümesidir.