XVI. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI - Ünite 2: Azerî ve Çağatay Sahası Türk Edebiyatı Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 2: Azerî ve Çağatay Sahası Türk Edebiyatı
Giriş
XV. yüzyılın sonunda Batı Oğuzca (Osmanlı Türkçesi) ve Doğu Oğuzca (Azerî Türkçesi) olmak üzere iki kola ayrılan Batı Türkçesi, XVI. yüzyıldan itibaren kuralları büyük ölçüde oturmuş iki ayrı yazı dili hâline gelir. Fuzulî başta olmak üzere pek çok şair yetişir. Doğu Türkçesi ise XV. yüzyılda Ali Şir Nevayî'nin olağanüstü katkısıyla biçimlenen Çağatay edebiyatı çerçevesinde varlığını sürdürür. XVI. yüzyılda Çağatay edebiyatı, Nevayî etkisiyle eser veren şairlerin yanı sıra Kuzey Hindistan'da bir devlet kurmayı başaran Babür Şah tarafından temsil edilir.
Azerî Sahası Türk Edebiyatı
XV. yüzyılda Karakoyunlular (1351-1469) ve Akkoyunluların (1340-1514) egemenliğinde bulunan Azerî sahası, değişik dinî-mistik tecrübelerin bir arada yaşadığı, birbirinden etkilendiği ve zaman zaman siyasal otoriteye eklemlenerek, bazen de siyasallaşarak otoriteyi devralmak suretiyle egemenlik sağladığı bir bölgedir.
XVI. yüzyılda yalnız Azerî sahasının değil, bütün Türk edebiyatının en büyük şairlerden biri olan Fuzulî yetişmiştir (Fuzulî hakkında 3. Ünitede ayrıntılı bilgi bulacaksınız). XVI. yüzyılda Azeri sahası klasik Türk edebiyatının Fuzulî'den sonra en önemli temsilcisi, Hatayî mahlasıyla şiirler söyleyen Şah İsmail'dir.
Şah İsmail seviyesinde olmasa bile Safevî hanedanı arasında Türkçe şiir söyleme geleneği Şah Tahmasb ve Sanî mahlasıyla şiirler söyleyen Şah Abbas tarafından sürdürülmüştür. Şah Abbas döneminden itibaren Erdebil Tekkesinin göçebe ruhunu kanatlandıran tasavvuf anlayışı, Safevî muhitlerinde büsbütün terk edilerek şiir, Şiîliğin Safevî yorumunu (gulat) yaymak için bir vasıta olarak kullanılmıştır. Bu dönemde Türkçe söyleyen şairler arasında şiirini bu doğrultuda kullanan çok ilginç bir şair, aslen Bayburtlu olan Muhammed Emanî (ö.1608)'dir. Şah Tahmasp ve Şah Abbas zamanında Osmanlı-Safevî savaşlarına katılan Emanî, hem hece hem de aruz ölçüsünü kullanarak söylediği Türkçe manzumelerinde aşırı Şiî düşüncelerini ifade etmiştir. XVI. yüzyılın başlarına kadar bir tarikatın temsilcisi sıfatıyla faaliyet gösteren Erdebil Tekkesinin ünlü şeyhleri, daha sonra siyasal amaçlarına ulaştıklarında, mezhep ayrışmasının neticesi olarak Sünnî sanatkârlara ve tasavvuf erbabına hayat hakkı tanımamışlardır. XVI. yüzyıla kadar Azerî sahasındaki tasavvuf edebiyatının gelişiminde Şebusterî, Muhyittin Arabî, Mevlana ve Feridüttin Attar'ın görüşleri etkili olur. Şebusterî'nin Gülşen-i Raz adlı eserine yazılan şerhler, pek çok ilmî tartışmaya zemin hazırlayan Füsûs, ilhamını tazelemek isteyen her sufinin başvurduğu Mesnevî ve Mantık’ut-Tayr bu coğrafyadaki tasavvuf edebiyatını biçimlendirir.
Şah İsmail (Hatayî)
Erdebil Tekkesinin şeyhi ve Safevî Devleti'nin kurucusu Şah İsmail, 25 Receb 892/17 Temmuz 1487 tarihinde Erdebil'de doğmuştur. Akkoyunlu egemenliğine son veren Şah İsmail, ülkesinin sınırlarını genişletmek, görüşlerini yayabileceği emniyetli bir ortam oluşturmak için girişimlerde bulunur.) Osmanlı sultanı II Bayezit'le aralarında başlayan gerilim, Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran Seferi ile neticelenir (23 Ağustos 1514). Çaldıran yenilgisinin ardından yeni bir sefere çıkmak için kendisinde güç bulamayan Şah İsmail, 23 Mayıs 1524 tarihinde ölmüş, Erdebil'de Şeyh Safî'nin yanına gömülmüştür. Şah İsmail, şeyhliği ve hükümdarlığının yanı sıra Hatayî mahlasıyla şiirler söylemesine rağmen çağdaşı olan yazarlar, onun siyasal kişiliği üzerinde daha fazla vurgu yaparlar. Onun için şairliği hep ikinci planda kalmıştır.
Hatayî bir yandan siyasal mücadelesini sürdürürken diğer yandan da Türkçe şiirleriyle çok geniş kitlelere ideolojisini yaymayı başaran bir şairdir. Nesimî, Habibî ve kendi muhitinde olmamasına rağmen Ali Şir Nevayî'den etkilenerek Türkçe’nin en güzel gazellerini yazmıştır. Şair padişahların hemen tamamının eserlerinde görülen mısra ve beyit tekrarı, aynı redif etrafında oluşan benzetmelerin yinelenmesiyle Hatayî'nin eserlerinde de karşılaşılır. Hatayî, şairliği kadar kültür ve sanat adamlarını himaye etmesiyle, yani patronaj konumuyla da Azerî edebiyatının gelişmesinde önemli bir yere sahiptir.
Şah İsmail, Hatayî mahlasıyla söylediği Farsça ve Türkçe şiirlerle de Osmanlı egemenliğindeki Türkmenler arasında dinî-mistik düşüncesini yaymıştır. Öyle ki özellikle Anadolu'da kendi varlığından vazgeçip şahın varlığında yok olmak arzusuyla Hatayî mahlasını kullanan dâîlerin ortaya koydukları ürünler, zaman içinde Şah İsmail'in şiirlerinin arasına karışmıştır. Ayrıca Hatayî Divanı çok geniş bir coğrafyada ve farklı çevrelerde okunduğu için Şah İsmail'e atfedilen bazı yazma nüshalarda başka şairlere ait olabileceği muhtemel bazı şiirler bile günümüzdeki yayınlara Hatayî mahlasıyla girmiştir. Hatayî, aynı zamanda usta bir mesnevi şairidir. Özellikle Dehname adlı mesnevisi konusu, konunun işlenişi bakımından oldukça dikkate değer bir eserdir.
Eserleri
Hatayî Divanı: Şah İsmail'in en önemli eseridir. Divanın bu gün bilinen en eski tarihli nüshası Taşkent İlimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü Kütüphanesinde bulunmaktadır. Bundan başka Hatayî Divanının Paris, Londra, Vatikan, Tahran, Afganistan, Berlin ve Tebriz'de nüshaları mevcuttur. Hatayî Divanı'nın yazma nüshaları Azerbaycan, İran ve Türkiye'deki bilim adamlarınca değerlendirilmiştir. Türkiye'de Sadeddin Nüzhet Ergun, İstanbul Millet Kütüphanesinde bulunan tek nüshaya dayanarak Hatayî Divanını neşretmiştir.
Dehname: Hatayî'nin mesnevi türünde yazdığı bu eser, Fars ve Çağatay edebiyatında örnekleri bilinen dehnamelerin (on mektup) Azeri sahasındaki ilk örneğidir. Şair, bu eserini hezec bahrinin mefûlü mefâ'ilün feûlün kalıbıyla yazmıştır. Aşk konusunun işlendiği eser, yaklaşık 1500 beyitli olup 1506 yılında, Hatayî henüz yirmili yaşlardayken tamamlanmıştır. Deh-nâme hakkında derli toplu bilgi verip ilk defa neşreden Selman Mümtaz’dır. Selman Mümtaz’dan sonra Hamit Araslı eserin Bakü ve Leningrad nüshalarına dayalı bir neşrini yapmıştır. Araslı, eserdeki dinî içerikli şiirlere yer vermemiştir (1948). Bu iki neşirden sonra Azizağa Memmedov, eserin metnini hem Arap harfleriyle (1973) hem de Kiril harfleriyle yayımlamıştır (1976). 1977 yılında Minaye Cavadova, Deh-nâme’yi esas alarak hazırladığı Şah İsmayıl Hatai’nin Leksikası adlı eserinde o güne kadar eser üzerine yapılan çalışmaları değerlendirmiş, Dehnâme’nin bilinen yazma nüshalarını tanıtmış ve söz varlığını incelemiştir.
Nasihatname: Hatayî'nin dinî görüşlerini anlattığı öğüt nitelikli küçük bir mesnevidir. Şair, 184 beyitli bu mesnevisini de arûzun mefâ'îlün mefâ'îlün fe'ûlün kalıbıyla yazmıştır. Bu mesnevi de Hatayî Divanının yazma nüshalarında ve mevcut baskılarında yer almaktadır.
Hatayi’nin Şiirinden Örnekler:
Örnek1 (Gazel):
Dilberâ bu derdüme dermân idersen vaktidür Bu fakîre lutf u ihsân idersen vaktidür
Nev-bahâr oldı gözüm ister cemâlin görmegi Azm idüp gülşen saru seyran idersen vaktidür
Örnek 2 (Mesnevi):
Kış gitdi yine bahâr geldi
Gül bitdi vü lâlezâr geldi
Kuşlar kamusı figâna düşdi I
şk odı yine bu câna düşdi
İbrahim Gülşenî
Bazı kaynaklarda Azerbaycan'ın Berda şehrinde doğduğu kayıtlı olmasına karşın kaynakların çoğunda onun Diyarbakırlı olduğu söylenir. Akkoyunlu gücünün zayıflamasıyla birlikte Şah İsmail, Akkoyunlu Elvend Bey'i yenerek Tebriz'e girince (907/1502) Gülşenî, ailesiyle birlikte Diyarbakır'a dönmüş; orada Manevî adlı eserini yazmaya başlamıştır. Safevîlerin bölgedeki etkinlikleri artınca oradan Maraş'a, daha sonra Kudüs'e, Kudüs'te kırk gün kalıp erbaîn çıkardıktan sonra da Kahire'ye gitmiştir. Erbaîn çıkarmak dervişlerin tenha ve ıssız bir yere çekilip kırk gün kırk gece çetin bir perhiz ve nefis terbiyesi döneminden geçmeleri ve bu süre içinde gıda, uyku ve dünya kelamını asgariye indirerek hem beden hem de düşünce ile azami derecede ibadet etmeleridir. Yavuz Sultan Selim, Mısır'ı fethedince Gülşenî'ye ilgi göstermiş ve dergâhını inşa etmesi için arazi tahsisinde bulunmuştur. Kanuni devrinde, saltanat iddiasında bulunduğu söylentileri üzerine Gülşenî, İstanbul'a çağrılmış, ancak iddiaların dayanaktan yoksun olduğu anlaşılmıştır. İstanbul'da kalması için Kanuni'nin yaptığı teklifi, yaşlandığını ileri sürerek geri çeviren Gülşenî, Mısır'a dönmüş ve orada vefat etmiştir (1534). İlkin Heybetî mahlasıyla şiirler söyleyen İbrahim, daha sonra mürşidi Ruşenî'nin "sen ol bâğ-ı bekanın gülşenisin" demesi üzerine Gülşenî mahlasını kullanmıştır. Arapça şiirlerinde isminin çağrışımıyla Halilî, diğer eserlerinde ise Gülşenî mahlasını kullanmıştır. Muhyî'nin Menakıb-ı İbrahim Gülşenî adlı eserinde anlattığına göre Gülşenî, sufî gelenekte pek yaygın olmayan bir biçimde soyunu Oğuz Kağan'a dayandırmaktadır. Türkmen hükümdarı Uzun Hasan'ın siyasal nedenlerle de pekiştirdiği Türkçe konusundaki hassasiyeti İbrahim Gülşenî'ye de bir ölçüde yansımıştır. Siyasal nedenlerin yönlendirdiği bu ilginin yanı sıra Gülşenî tekkelerindeki merasimlerde Türkçe tapuğların okunması, Gülşenî'nin soyundan gelen sufilerin ve takipçisi olan şairlerin eserlerine gösterilen ilgi, Türkçe’nin Gülşenî çevrelerinde yaygın bir biçimde kullanımına imkân hazırlamıştır. Tapuğ: Tanrı aşkını konu edinen, Tanrıyı övmek, ona yalvarmak için yazılan, söylenen ilahilerdir. Özel bir ezgiyle okunurlar. İlahîler tarikatlara göre türlü adlar alır: Mevlevîlerde âyin, Bektaşîlerde nefes, Gülşenîlerde tapuğ denir. Gülşenî hayattayken Kahire'deki Gülşenî Tekkesi, pek çok gönül adamı için bir cazibe merkezi olmuştur. Gülşenî Tekkesinin bu konumu onun halifelerince de korunmuştur.
Eserleri
İbrahim Gülşenî üç dilde, Türkçe, Farsça ve Arapça eserler vermiş üretken bir şairdir. Üç dilde divan oluşturacak düzeyde şiir söylemiştir. Özellikle Manevî adlı eseri ile Türkçe şiirleri Türk tasavvuf edebiyatı içinde haklı bir şöhret kazanmasına neden olmuştur.
Türkçe Eserleri
Divan: İbrahim Gülşenî'nin Türk edebiyatı açısından en önemli eseri Türkçe şiirlerini içeren divanıdır. Gülşenî Divanı'nın yazma nüshaları Mehmet Akay tarafından karşılaştırılarak metni hazırlanmış, dil özellikleri açısından incelenmiştir. Gülşenî'nin Türkçe kaleme aldığı diğer eserleri ise şunlardır: Pendname, Razname, Kıdemname ve Çobanname.
Farsça Eserleri
Gülşenî, Mevlânâ ve Hâfız-ı Şirazî etkisinde söylediği gazellerini Farsça Divanında bir araya getirmiştir. Farsça rubailerini ise Kenzü'l-cevâhir adlı ayrı bir kitapta toplayan Gülşenî'nin Farsça yazdığı en önemli eseri hiç şüphesiz Manevî'dir.
Manevî: Gülşenî'nin Mevlânâ'nın Mesnevîsine nazire olarak Diyarbakır'da on ayda tamamladığı söylenilen 40.000 beyitli Farsça bir mesnevidir. Eserin ilk 500 beyti La'lî Meh-med Fenâyî tarafından şerh edilmiştir.
Gülşeni’nin Şiirinden Örnekler:
Örnek 1 (Gazel):
Bî-vücûdum ışk odı bilsem benüm nem yandurur
Yanuben küllî kül oldum bes dahı nem yandurur
Yandurur gerçi cihânda ışk odı âşıkları
Lik ben âciz kulunı katı muhkem yandurur
Örnek 2 (Murabba):
Yine ol Yûsuf-ı sâni
Gelür dirler gelür dirler
Güzeller Mısrı sultânı
Gelür dirler gelür dirler
Çağatay Sahası Türk Edebiyatı
Çağatay edebiyatı, en görkemli dönemini Timurlulardan Hüseyin Baykara zamanında (1469-1506), bugün Afganistan'ın sınırları içerisinde bulunan Herat çevresinde yaşar. Burada Hüseyin Baykara'nın da şair ve hâmî sıfatıyla içinde yer aldığı Herat ekolü oluşur. Baykara döneminde Ali Şir Nevayî'nin olağanüstü yeteneği sayesinde Çağatay edebiyatı zirveye erişir. XVI. yüzyılda Çağatay edebiyatı, Şeybânîler ve Babürlüler tarafından temsil edilir.
Çağatay edebiyatı eski kültür merkezlerinden yerel yöneticilerin egemenliğindeki kentlere göç eden şairlerce sürdürülür. Şah İsmail karşısında yenilgiye uğrayan Şeybânîlerin dağılmasıyla birlikte Afganistan ve Hindistan'ın bir bölümünü ele geçirerek Türk-Hint İmparatorluğunu kuran Zahirüddin Babür (1483-1530), Timurluların kültürel mirasına sahip çıkar. Babür'den sonra da Çağatay edebiyatı, Kâmrân Mirza (ö.1557) ve Bayram Han (ö.1561) gibi şairler tarafından devam ettirilir.
Babür Şah
Zahirüddin Babür Mirza, 14 Şubat 1483'te Fergana'da doğdu. Timur'un torunlarından Ömer Mirza'nın oğludur. Nevayî'den sonra Çağatay edebiyatının en büyük şairi ve yazarıdır. Özellikle Babür-name adlı eseriyle dünya çapında tanınmıştır. Şiire nasıl başladığından Nevayî ile tanışmasına kadar pek çok ayrıntıya hatıralarında yer verir. Şiir, düzyazı ve kuramsal metinleriyle Ali Şir Nevayî'nin en önemli takipçisidir. Cesur bir savaşçı ve usta bir hükümdar olmasının yanı sıra güzel sanatlara düşkünlüğüyle de tanınır. Bazı besteler yaptığı, hat sanatında hatt-ı Babürî diye bilinen bir tarz icat edecek kadar usta olduğu bilinir. Hatt-ı Babürî: Babür'ün Uygur harfleri ve stili ile Arap harflerini birleştirerek geliştirdiği yazı çeşitidir.
Eserleri
Babürname: Babür'ün en ünlü eseri Vekayi adıyla da bilinen hatıratıdır. Babür bu eserinde hatıralarını çok samimi, yalın ve gösterişten uzak bir dille anlatır. Özellikle babası Ömer Mirza, Sultan Hüseyin Baykara ve Ali Şir Nevayî hakkında anlattıkları, geleneksel biyografinin sınırlarını zorlayacak kadar önemli ayrıntılar içerir. Eser 1589 yılında Farsça'ya, daha sonra da Fransızca, Almanca, İngilizce, Rusça, Urduca ve Hintçeye çevrilmiştir.
Babür Divanı: Babür'ün fazla hacimli olmayan divanında şiirler, klasik divan tarzında sıralanmamıştır. Kadı Burhanettin gibi bazı hükümdar şairlerin yaptığı biçimde, muhtemelen yazılış sırasına göre divan düzenlenmiştir. Bilal Yücel, Babür Divanı'nın bilinen sekiz nüshasından altısını karşılaştırarak bilimsel metnini hazırlamıştır.
Aruz Risalesi: Ali Şir Nevayî gibi Babür de Çağatay edebiyatının kuramsal konularıyla ilgilenmiştir. Bu eserinde aruz vezinlerini ve nazım biçimlerini Farsça ve Türkçe örnekler vererek anlatmıştır.
Mübeyyen: Hanefi fıkhıyla ilgili bazı konuları mesnevi biçiminde ve fe'ilâtün mefaîlün fe'ilün ölçüsüyle anlattığı bu eserini çocukları Hümayun ve Kâmrân'a öğüt vermek maksadıyla yazmıştır.
Risale-i Validiyye: Ubeydullah Ahrar'ın sufi ahlakıyla ilgili eserinin mesnevi biçiminde ve fe'ilâtün fe'ilâtün fe'ilün ölçüsüyle bir uyarlamasıdır. Hastalıklardan kurtulmak ümidiyle çevirdiği bu eser, onun tasavvufa ilgisinin de yansıması sayılır.