XVI. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI - Ünite 5: Klasik Dönem Divan Şairleri-II Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 5: Klasik Dönem Divan Şairleri-II

Giriş

XVI. yüzyıl divan şiirinde farklı arayışları temsil eden şairlerden Lamiî Çelebi, Gelibolulu Âlî ve Bağdatlı Ruhî Türk edebiyatının gelişip serpilmesine önemli katkı sağlamışlardır. Lamiî Çelebi Farsçadan, özellikle Abdurrahman Camî’den yaptığı çevirilerle; Gelibolulu Âlî hemen hemen her türde verdiği eserleriyle; Bağdatlı Ruhî ise Osmanlı siyasal merkezinin uzağında bulunan Bağdat’tan divan şiirine yaptığı katkılarla tanınır.

Lamiî Çelebi (1472-1534)

Lamiî Çelebi 878/1472’de Bursa’da doğdu. Asıl adı Mahmut’tur. Varlıklı, eğitimli ve tanınmış bir ailenin çocuğudur. Babası II. Mehmet ve II. Bayezit dönemi defterdarlarından Osman Efendi, annesi Dilşad Hatun’dur. Dedesi ise Nakkaş Ali’dir. Nakkaş Ali, Timurluların kültür merkezlerinde nakkaşlığı öğrendikten sonra doğduğu şehre dönüp orada sanatını icra etmiştir. Bursa’daki Yeşil Türbe ve Yeşil Cami’nin nakışları onun eseridir. Süslü at eyerlerinin de Nakkaş Ali’nin icadı olduğu söylenir.

Lamiî Çelebi iyi eğitim görmüştür. Ahaveyn olarak tanınan Karamanlı Ahmet ve Mehmet Efendiler ile Fenârîzâde gibi dönemin tanınmış bilginlerinden ders almıştır. Çağının geçerli ilimlerini, Arapça ve Farsça’yı çok iyi öğrendiği yazdıklarından bellidir.

Lamiî Çelebi, şair ve yazar olarak II. Bayezit döneminde adını duyurmaya başlamışsa da asıl şöhretini Yavuz Sultan Selim döneminde kazandı. 1509’da kaleme aldığı Hüsn ü Dil adlı eserini Yavuz Selime takdim edince kendisine otuz akçelik yevmiye ve maaş bağlandı. Daha sonra Kanunî Sultan Süleyman ve veziri İbrahim Paşa’yla da ilişki kurdu. Eserlerini sunduğu kişilerin beğenisini kazandı ve iyiliklerini gördü. Kendisine bağlanan vakıf gelirleriyle rahat bir ömür sürdü (Erünsal 1990: 179-194). Ölümüne kadar (1534) vaktini telif ve tercüme eserler yazarak geçirdi.

Belli bir ilmî birikime ulaşan Lamiî Çelebi, dönemin ünlü mutasavvıflarından Nakşî şeyhi Emir Ahmed-i Buharî’ye bağlandı. Böylece tasavvufî bilgi ve tecrübeyi öğrendi. Emir Buharî aracılığıyla Nakşîliğe girince yolu, üstat kabul ettiği Ali Şir Nevayî ve Abdurrahman Camî ile kesişti.

Lamiî Çelebi, kırka yakın manzum, mensur; telif ve tercüme eseriyle şiir ve nesir alanında adını duyurmuştur. Kendisinden önce yaşamış ve kendi döneminde Bursa’da yaşayan tanınmış âlimlerden dersler alarak; Ebü’l-Kasım-ı Harirî, Ebü’l-Fazl-ı Hamidî, Hafız, Sadî, Camî, Kemal Paşazade, Ali Şir Nevayî gibi bilgin, şair ve sanatkârların eserlerini okuyarak kendini yetiştirmiştir. Devrin her türlü bilgisine az veya çok sahip olmakla beraber dinî bilimlerde, bilhassa kelam ve felsefede, tıp alanında, tasavvufta ve güzel sanatlarda derin bilgiye sahiptir. Birbirinden farklı türlerde eser yazmayı başarmıştır. Onun sanatkâr ruhunun alevlenmesinde dedesi Nakkaş Ali ve çevresinin büyük etkisi vardır.

XVI. yüzyıl şair tezkirelerinde Lamiî Çelebi’nin hayatı yanında bilimsel yönü, sanatı ve kişiliğiyle ilgili önemli bilgiler verilmiştir. Sehî, Latifi, Ahdî, Âşık Çelebi, Kınalızade Hasan Çelebi ve Beyanî onun eserlerinden övgüyle söz etmişler, farklı konularda yazmasını, eserlerinin bilgi ve fazilet yüklü oluşunu, devrin şair, bilgin ve devlet adamları nezdinde seçkin bir yere sahip oluşunu dile getirmişlerdir. Âşık Çelebi, onun için “şi‘r ü inşâyı şîr ü şeker gibi cem‘ etti” diyerek hem nazımda hem nesirde çok başarılı olduğunu vurgulamıştır. Kendinden başka hemen herkesi tenkit eden Gelibolulu Âlî bile onun nesirde üstün olduğunu belirterek Şerefüllnsan ve Şevahidün-Nübüvve’sini başarılı bulduğunu belirtir. Lamiî Çelebi’nin nesri konusundaki övgülerine rağmen şiirlerini “dalından ham koparılmış meyve”ye benzetir (İsen 1994: 267).

Lamiî Çelebi, devrinden itibaren “mükemmel ve mürettep divan sahibi” olarak tanınır. Divanı dışında bilinen on altı manzum eseri vardır. Bir hamse yazmanın bile çok büyük başarı sayıldığı bir dönemde o, iki hamse oluşturacak kadar eser yazmayı başarmıştır. Türk edebiyatında mesnevi sahasında seçkin bir yere sahiptir. Ayrıca mesnevilerinde kendi zamanına kadar ele alınmamış konuları ele alma cesaretini göstermiştir.

Kaynakların verdiği bilgilerden hareketle Lamiî Çelebi’nin üstün yönlerini şöyle sıralayabiliriz:

  1. Üretken (velud) bir şair ve yazardır.
  2. İki hamse sahibidir.
  3. Nesirde üstattır.
  4. Mükemmel ve mürettep divan sahibidir.
  5. Âlim şairlerdendir.
  6. Abdurrahman Camîden yaptığı tercümelerle Camîi Rum diye anılır.

Eserleri:

Lami Çelebi, serdefter İskender Çelebiye yazdığı bir mektubunda;

Urup’ilm ü hüner zeyline pençe
İrişdi nazm u nesrüm si vü pençe

diyerek manzum ve mensur eser sayısının otuz beşe ulaştığını belirtmektedir. Bu mektubundan sonra da yazmaya devam ettiği dikkate alınırsa eser sayısının daha da fazla olduğu söylenebilir. Gerçekten de Türk edebiyatının en üretken şairlerindendir. Çok farklı türlerde yazdığı eserlerinin bir kısmı telif, bir kısmı tercümedir. Beş mesneviden oluşan hamse yazma geleneğini sürdürmüş, iki Fars şiirinde örnekleri olduğu hâlde Türk edebiyatında daha önce ele alınmayan Vamık u Azra, Vîs ü Ramin gibi mesneviler ilk defa Lamiî Çelebi tarafından yazılmıştır. Abdurrahman Camî’nin siyer türündeki Şevahidun-Nübüvvesini, evliya tezkiresi türündeki Nefehâtul-Üns’ünü, felsefi-alegorik aşk mesnevisi Salaman u Absal’ını Türkçeye çevirmiştir.

Lamiî Çelebi’nin en önemli eserlerinden biri de divanıdır. Şehrengiz-i Bursa ve Hayret- name’sini de içine alan Lamiî Divanı, divan şiirinin dayandığı sanat anlayışının anlatıldığı bir dibace ile başlar ve beş defterden oluşur. Lamiî Divanı, doktora tezi olarak hazırlanmış, seçilmiş şiirler diliçi çevirileriyle birlikte yayımlanmıştır hamse oluşturacak kadar eser kaleme almıştır.

Örnek Gazel:

Hırkası erbab-ı ışkun hil’at-i dilba yeter
Kuşe-i meyhane dün gün cennetü’l-me’va yeter

Lale-veş çak-ı giriban eyleyüp yeg tutmağa
Came-i dünyadan ey dil damen-i sahra yeter

Aşıkun bir buseyile hatırın hoş tut begüm
Arife bağ-ı cihandan bir gül-i ziba yeter

Zahida yağma-yı akl u din ü iman itmeğe
Tapduğun Tanrı hakiçün ol büt-i ra’na yeter

Lami’i neyler gülistan seyrin ey pir-i mugan
Devletünde bade gül ney bülbül-i şeyda yeter

Diliçi çevirisi: İpekli sultan kaftanı olarak aşk erbabının hırkası yeter. Cennetü’l-Me’vâ olarak gece gündüz meyhane köşesi yeter. Ey gönül! Lale gibi yakayı yırtıp dünya libasından kurtulmak, sahranın eteğine tutunmak yeter. Beyim! Bir öpücükle âşığın gönlünü hoş tut. Arife ise cihan bağından güzel bir gül yeter. Ey zahid! İnandığın Allah hakkı için bil ki; aklını, dinini ve imanını yağmalamaya bir hoş görünüşlü güzel yeter. Ey meyhaneci! Lamiî gülistan seyrini ne yapsın? Senin meclisindeki şarap, sevgili (gül) olarak; ney de âşık (deli bülbül) olarak yeter.

Gelibolulu Mustafa Âlî (1541-1600)

Şair, tarihçi ve devlet adamı olarak tanınan Âlî, 948/1541’de Gelibolu’da doğdu. Adı Mustafa, mahlası ilk zamanlarda Çeşmî, sonraları Âlî’dir. Gelibolulu Mustafa Âlî olarak anıldı. Babası ticaret adamı Hoca Ahmet b. Abdullah’tır. Altı yaşında eğitime başladı. Gelibolu’da ve İstanbul’da birçok hocadan ders aldı. Önceleri müderrisliğe meylederken daha sonraları idari hizmete yöneldi.

Hayatı farklı Osmanlı şehirlerinde devlet hizmetiyle geçti. Daha on dokuz yaşında Kütahya’da şehzade Selim (II. Selim)’in divan kâtipliğine getirildi. Ardından Şam beylerbeyi ve olan hemşehrisi Gelibolulu Lala Mustafa Paşa’nın daveti üzerine önce Halep’e sonra Şam’a giderek altı yıl onun divan kâtipliğini yaptı. Mustafa Paşa’nın Yemen’in fethine gönderilmesiyle Mısır’a gitti. Mustafa Paşa’nın azli üzerine Mısır’dan Manisa’ya Şehzade Murat (III. Murat)’ın yanına sığındı. 1569’da İstanbul’a döndü. Hazırladığı Heft Meclis adlı eserini Sokullu Mehmet Paşa’ya sunması üzerine 1570’te Bosna’ya divan kâtibi olarak atandı. III. Murat’ın padişah olmasıyla (1574) birlikte İstanbul’a dönüp ona bazı kasideler ve Zübdetü’tTevarih’i sundu ise de umduğunu bulamayarak tekrar Bosna’ya döndü. Bu arada Lala Mustafa Paşa’nın Gürcistan, Azerbaycan ve Şirvan bölgesine başkomutan tayin edilmesi üzerine 1578’de onun maiyetine katıldı. Şirvan’ın fethiyle birlikte Halep tımar defterdarlığına getirildi. Uzun süre yürüttüğü bu görevi sırasında Nüshatü’s-Selatîn’i yazdı. Burada hazırladığı Nusretname ve Cami’ul-Buhur Der-Mecalis-i Sur adlı eserlerini padişaha sunmak için 1583’te İstanbul’a geldi. Ancak yeni bir görev alamadığı gibi eski görevinden de oldu. İki yıllık bir aradan sonra 1585’te Erzurum hazine defterdarlığına, kısa bir süre sonra da Bağdat’a mal defterdarlığına atandı. Buradan azli üzerine tekrar İstanbul’a döndü. Uzun süre boşta bekledi ve nihayet 1589’da Sivas defterdarlığına tayin edildi. Kısa bir çalışmadan sonra tekrar uzun süreli boşta kaldı ve İstanbul’a döndü. Riyazü’s-Salikîn adlı eserini yazarak III. Murat’a sundu. 1592’de yeniçeri ocağı kâtipliğine atandı. Düşük rütbe olmakla beraber kabul etti. Aynı yıl defter emini, 1595’te tekrar yeniçeri kâtibi oldu. Bu arada Fatih Mahallesine ev yaptırmaya kalktı. Evin inşaatında acemi oğlanları çalıştırdığının III. Murat tarafından görülmesi üzerine bu görevinden de azledildi. Başına gelen bu olaya üzüntüsünden dolayı İstanbul’da duramadı, 1593’te memleketi Gelibolu’ya döndü. Aynı yıl içinde III. Murat öldü, yerine III. Mehmet tahta geçti. Âlî ona güzel bir cülusiye yazdı. İsterse tekrar yeniçeri kâtipliğine getirilebileceği söylendiyse de Künhül-Ahbar’ı yazdığını bahane ederek kabul etmedi. Gönlünde Mısır defterdarlığı vardı. Mısır yerine Sivas defterdarlığı ile Amasya sancak beyliği ve Rum defterdarlığı verildi. Amasya’da dört yıla yakın bir süre görev yaptı. Sonra Kayseri mirlivalığına atandı. Âlî’nin son görevi 1599’da Cidde sancak beyliğidir. Burada sıhhati bozulduğu için emekliliğini manzum bir mektupla istedi. Nihayet 1600’de Cidde’de vefat etmiştir. Mezarının Cidde’de olması muhtemeldir. Gelibolu’daki mezar onun için yapılmış bir makam olabilir.

XVI. yüzyılda tarihçi, şair, bürokrat ve aydın olarak tanınan Mustafa Âlî, dört divan tertip etmiş, hamse oluşturacak kadar [Mihr ü Mah, Riyazü’s-Salikîn, Tuhfetul-Uşşak, Camiu’l-Buhur Der-Mecalis-i Sur, Mihr ü Vefa] mesnevi yazmış bir şairdir. Divanlarda hemen hemen her nazım biçiminden örnekler vardır. Bunlar arasında diğer divanlarda sık görülen kaside, gazel gibi nazım biçimlerinin yanında, pek çok divanda bulunmayan bahr-ı tavil gibi örnekler de divanında yer alır. Âlî, divanlarında bulunan 1549 gazeliyle; Edirneli Nazmî, Muhibbî, Halepli Edip ve Zatî’den sonra en çok gazel yazan divan şairleri arasında yer alır. Şeyhî, Necatî ve Mesihî gibi önceki asrın şairlerine ve Bakî, Hayalî, Ruhî, İshak, Usulî, Fuzulî, Sultan Murat, Celâl, Salih, Emrî, Gınayî, Rahmî gibi çağdaşı olan gazel şairlerine nazireler söyler. Fars şairlerinden Hafız-ı Şirazî ve Molla Camî’den etkilenir.

Divan şiirinin bütün imkânlarını kullanır. Gazel biçiminde övgü şiirleri söyler. Gündelik hayatın ayrıntılarını; beklentilerini, düş kırıklıklarını gazel biçiminde ifade eder. Aruzun imkânlarını yoklar. Bu bakımdan şiirlerinde yirmi dört farklı aruz kalıbı kullanır. Günlük hayatın her türlü sahnesini şiirlerinde işler. Av sahneleri ve hayvanlar, bayram, bezm, düğünler, giyim-kuşam, seferler ve zaferler, aşk ve ölüm gibi hemen her konu Âlî’nin şiirlerine yansır. Osmanlı coğrafyasından yer adlan, yerel ifadeler şiirlerinde geçer.

Eserleri: Gelibolulu Âlî çeşitli alanlarda, irili ufaklı manzum ve mensur olarak elliden fazla eser vermiştir. Hemen hemen her türde ve konuda eser sahibidir. Tarih ve biyografi [Künhü’l-Ahbar, Nusretname, Menakıb-ı Hünerveran], münşeat [Menşeü’l-İnşa ve Münşeat], menkıbe [Mirkatü’l-Cihad], siyasetname [Nasihatü’s-Selatin], tercüme ve çeşitli konularda yazdığı risalelerin yanında divanları vardır. Âlî birden çok divan tertip eden ve divanlarına özel adlar veren şairlerdendir. Dört divanı vardır.

Örnek Gazel:

Benüm kim fakr ile fahr itmek ey dil hasb-i hâlümdür
Kanâ‘at Kâfı tâ evvel kademde pâymâlümdür

Temennâ-yı visâlün bir muhâl ümmîddür dilde
Der-âgûş-ı miyânun fikri bir yanlış hayâlümdür

Firâkum iştiyâkum sanma kim ta‘bîre kâbildür
Seni seyrümde seyrân itdügüm bezm-i visâlümdür

Dem-â-dem yanduğum yakılduğum nâr-ı gamundandur
Bu nâlişler bu sûzişler sana hep arz-ı hâlümdür

Ben ol bahrem ki dürr-i ma‘rifet ka‘rumdadur
Âlî Hevâ-yı ışk-ı pâküm cünbiş-i bî-i’tidâlümdür

Diliçi Çevirisi:

  1. Ey gönül! Fakirlikle övünmek benim hâlimdir. Çünkü kanaatin Kaf Dağı, ezelden ayak bastığım yerdir.
  2. (Ey sevgili!) Gönülde sana kavuşmayı temenni etmek olmayacak bir beklentimdir. Belini sarma düşüncesi yanlış bir hayalimdir.
  3. Ayrılığımı iştiyakım sanma ki onun açıklaması mümkündür. Seni temaşa ederken dolaştığım yerler kavuşma meclisimdir.
  4. Sürekli yanıp yakılmam senin gamının ateşindendir. Bu inlemeler, bu yanmalar sana hâlimi arz edişimdir.
  5. Âlî ben öyle bir denizim ki, marifet incisi benim derinliklerimdedir. Temiz aşk duygularım ölçüsüz tavırlarımdadır.

Âlî gençliğinde yazdığı şiirleri birinci divanında toplamış, daha sonra yazdığı şiirlerini hayatının dönemlerine göre tasnif ederek Varidatü’l-Enîka ve Layihatü’l-Hakîka adlı iki ayrı divanda bir araya getirmiştir. Ömrünün son yıllarında yazdığı şiirlerini de dördüncü divanına almıştır. Ayrıca gazellerinden seçtiği yüz matla beytini bir araya getirerek Gül-i Sad-berg’i; Varidatü’l-Enîka ve Layihatü’l-Hakîka adlı divanlarından seçmeler yaparak başına bir mukaddime eklemek suretiyle Sadef-i Sadgüher’i tertip etmiştir.

Bağdatlı Ruhî (1534/35-1605/6)

Bağdat’ın fethi sırasında Beylerbeyi Ayas Paşa ile beraber Bağdat’a giderek oraya yerleşen Rumelili bir aileye mensuptur. Ruhî’nin eğitimi hakkında fazla bilgimiz yoktur. Eğitimini Bağdat ve civarında tamamladığı tahmin edilmekle beraber nerelerde ve kimlerden dersler aldığı bilinmez. Ellili yaşlarında Bağdat’ta bulunduğu, 1585 yılında Bağdat’a defterdar olarak tayin edilen Gelibolulu Âlî’ye kasidesinden anlaşılmaktadır. Kaynaklar onun seyahate düşkün olduğunu, farklı yerleri görmekten büyük zevk aldığını nakleder. Şiirlerinde geçen yer adları ve oralara ilişkin ifadeleri, kaynakların bu tespitini pekiştirmektedir.

Ruhî’nin, gittiği yerlerde pek çok devlet adamı, şair, bilgin ve sanatkârla tanıştığı muhakkaktır. Ancak onun buralarda kimlerle tanıştığı hatta ne tür görevler yaptığı konusunda ne yazık ki kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. Kaynaklar, onun Bağdat yakınlarındaki Necef ve Kerbela, sonra Şam, Erzurum, Hicaz hatta İstanbul ve Konya’da bulunduğunu, yolculuğunun Şam’da noktalandığını ve ömrünün sonuna kadar orada kaldığını belirtir.

Ruhî, ömrünün son yıllarını geçirdiği Şam’da oraya kadı olarak tayin edilen ünlü rubai şairi Azmizade Hâletî (ö. 1631) ile iki yıl (1602-1604) birlikte çalışmıştır. Şam’da ölmüştür (1014/1605-1606).

Ruhî, en çok gazel yazan divan şairlerindendir. Divanında 1115 gazel yer alır. Gazellerinde lirik bir söyleyiş tarzı ve rintçe bir eda vardır. Bu özellik gazel nazım türünün birinci planda âşıkane olması, içkiden, sevgiliden, ayrılık ve vuslattan bahsetmesi vb. sebeplerden kaynaklanıyor olmalıdır. Ancak bu özelliğin, mahlasından da anlaşıldığı gibi onun iç dünyası ile de ilgili olduğunu belirtmek gerekir. Ruhî, zaman zaman kendi şiirlerinden söz ederken gazellerine farklı bir güven duyduğunu açığa vurur.

Bazı gazellerinde dinî konuları işlemiştir. Bilhassa her harfle yazılan gazellerin birincileri bu türdendir. Burada şu kuralı hatırlamakta yarar var: Divanlarda gazeller, redifli ise redifin, redifsiz ise kafiyeyi oluşturan sözcüklerin son harfi dikkate alınarak Arap alfabesindeki sıraya göre düzenlenirdi. Bazı şairler bu sıralanışa göre her harfin ilk şiirini dinî içerikli yazmaya özen göstermişlerdir. Ruhî de bu geleneğe uyarak söylediği gazellerinde Allah ve Peygamber sevgisini işlemiştir. Divanda bu çeşit gazellerin sayısı az değildir. Bütün bunlara rağmen Ruhî; Mevlana ve Yunus Emre gibi bir mutasavvıf değildir. Şiirlerinde görülen tasavvufi remizler ise ilahî aşkın vahdet ve kesret meselelerinin onun şiirlerinin dokusuna işlenmiş olmasından başka bir şey değildir.

Bağdatlı Ruhî’nin bilinen ve mevcut olan tek eseri Türkçe Divanı’dır. Sadece İstanbul kütüphanelerinde on sekiz yazma nüshası bulunan divanın ilk baskısı 1287’de İstanbul’da Arap harfleri ile yapılmıştır. Bilimsel neşri, Coşkun Ak tarafından yapılmıştır (Bağdatlı Ruhî Divanı, Uludağ Üniversitesi Yayınları, Bursa 2001). Ruhî Divanı’nda ikisi manzum mektup olmak üzere 40 kaside, 6 mersiye, 1 terkib-bent, 1 terci-bent, 3 muaşşer (onlu), 2 müsemmen (sekizli), 7 müseddes (altılı), 1 muhammes (beşli), 94 tarih, 2 murabba, 1 muamma, 8 tahmis, 1115 gazel, 28 rubai, 26 kıt’a vardır.

Fuzulî’nin Şikâyetname olarak tanınan mektubunda dile getirdiği aksaklıkları Ruhî, gazel formunun elverdiği ölçüde işler ve özellikle “eksilmede” redifli gazelinde, artık yok olmaya yüz tutmuş değerlerin ardından duyduğu acıyı dile getirerek çağının tanığı olduğunu gösterir (Kurnaz 1995: 65-68). Ruhî’nin gözlemci ve eleştirel bakışının tam olarak örtüştüğü terkib-bendi, şöhretinin bugünlere ulaşmasında etkili olmuştur. Ruhî’nin terkibbendine Cevrî, Samî, Fehim, Vehbî, Kabulî, Leyla Hanım ve Şeyh Gâlip başta olmak üzere pek çok şair nazire söylemiştir. En meşhuru ise Ziya Paşa tarafından 1870’te yazılan naziredir. Bu şiir nazirecilik geleneğinin en başarılı örneklerinden biridir. Sabri F. Ülgener, Ruhî’nin terkib-bendini esas alarak devrin zihniyet yapısına dair çözümlemelere girişmiştir.

Örnek Terkib-bent

1. Bend

Sanmam bizi kim şire-i engur ile mestüz
Biz ehl-i harabatanuz mest-i elestüz

Ter-damen olanlar bizi alude sanur lik
Biz ma’il-i bus-i leb-i cam u kef-i destüz

Bu alem-i fanide ne mir ü ne gedayuz
A’lalara a’lalanıruz pest ile pestüz

Sadrın gözeyüp neyleyelüm bezm-i cihan
Pay-ı hum-ı meydür yerimüz bade-perestüz

Erbab-ı garaz bizden ırağ olduğı yegdür
Düşmez yire zira okımuz sahib-i şastuz

Ma’il degülüz kimsenün azarına amma
Hatır-şiken-i zahid-i peymane-şikestüz

Hem kase-i erbab-dilüz arbedemüz yok
Meyhanedeyüz geri veli aşk ile mestüz

Biz mest-i mey-i meygede-i alem-i canuz
Ser-halka-i cem’iyyet-i peymane-keşanuz

Diliçi Çevirisi:

  1. Bizi üzüm şarabı ile sarhoş oldu sanmayın. Biz elest meclisinde sarhoş olmuş meyhane ehliyiz.Harabat, hem meyhane hem de yıkık yer anlamına gelir. Eskiden şarap içmek haram ve yasak olduğu için, şarap içmek isteyenler, yıkık, harap ve ıssız yerleri tercih ederlerdi. Bu yüzden meyhaneye harabat denmiştir. Şîre, boza ile esrar suyunun karıştırılmasıyla elde edilen bir cins içecektir.
  2. Pisliğe bulaşmış olanlar bizi de öyle sanırlar, ama biz şarap kadehinin dudağını ve avuç içini öpmeye düşkünüz. İçki toplantılarında sakinin, bazı tarikatlerde de şeyhin elini öpme âdeti vardır.
  3. Bu geçici âlemde ne efendi ne de köleyiz. Büyüklenenlere büyüklenir, alçak gönüllü olanlarla alçak gönüllü oluruz.
  4. Cihan meclisinin başköşesini niye isteyelim? Biz şaraba taparız; yerimiz şarap küpünün dibidir.
  5. Art niyetlilerin bizden uzak olması iyidir. Zira biz şast sahibiyiz, okumuz boşa gitmez, hedefini bulur. Şast: Okçuluk terimlerindendir. Okçuların sol el baş parmaklarına taktıkları, deriden yapılma yüzüktür. Kirişin titremesini önlediği için okun hedefi bulmasını sağlar.
  6. Kimseyi incitmek, azarlamak amacında değiliz. Ancak kadeh kıran kaba sofunun gönlünü kırmaktan çekinmez, yaptığını da yanına koymayız.
  7. Gönül dostlarıyla kadeh arkadaşıyız, kavga etmeyiz. Her ne kadar meyhanedeysek de biz şarap ile değil aşk ile sarhoşuz.
  8. Biz ruhlar âlemi meyhanesinin şarabıyla sarhoşuz. İçki içenler topluluğunun dizildiği halkanın başındayız. Eskiden toplantılarda halka biçiminde oturulur ve kadeh elden ele dolaştırılırdı. Halkanın başında ise “şem-i meclis” denen ve toplantıyı idare eden biri bulunurdu.