XVII. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI - Ünite 1: XVII. Yüzyılda Tarihi ve Sosyo-Kültürel Hayat Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 1: XVII. Yüzyılda Tarihi ve Sosyo-Kültürel Hayat

XVII. Yüzyılın Siyasi Tarihine Kısa Bir Bakış

Osmanlı tarih araştırmacıları tarafından “çözülme asrı” olarak tanımlanan XVII. yüzyılın en belirgin özelliği; siyasi, sosyal ve ekonomik açıdan yaşanan istikrarsızlıktır. XVII. yüzyılda padişahların saltanat süreleri oldukça kısadır.

XVI. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak yönetimde gittikçe etkili hale gelen valide sultanların, XVII. yüzyılın ilk yarısında devlet yönetimindeki güç dengesinin bozulmasında önemli rol oynadıkları bilinmektedir. Saray kadınlarının padişah ve devlet adamları üzerindeki etkileri, ciddi yönetim zaaflarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bütün bu kargaşa sırasında yaşanan gelişmelerle birlikte, Sultan Ahmet’in henüz on dört yaşında olan oğlu Osman hükümdar ilan edilmiştir.

Genç, tecrübesiz fakat yenilikçi bir padişah olan Sultan Osman; annesinin, hocası Ömer Efendinin ve kızlar ağası Mustafa Ağa’nın etkisinde kalıyordu. Lehistan seferinden başarısızlıkla döndükten sonra, ulemanın gücünü sınırlandırmaya çalışması ve askeri bazı reformlar düşünmesi sonucu Kapıkulu Ocakları ile karşı karşıya geldi. II. Osman’ın hacca gitme isteği ve bu amaçla Anadolu’ya geçme düşüncesi sonucu Yeniçeriler isyan etti. 22 Mayıs 1622’de padişah tahttan indirildi ve katledildi. Bu durum sonucu ikinci kez tahta çıkarılan I. Mustafa, kısa süre sonra hastalığı nedeniyle tahtan indirilerek on bir buçuk yaşındaki oğlu IV. Murat tahta çıkarıldı. Osmanlı tarihçilerince “Haile-i Osmaniyye” olarak adlandırılan II. Osman’ın trajik biçimde öldürülmesinden sonra, merkezi yönetime yönelik her türlü tepkinin sert önlemlerle bastırıldığı bir dönem başlamıştır.

IV. Murat’ın yüzyılın başında Anadolu’da çıkan ve Celaliler olarak adlandırılan asilere karşı başlattığı mücadele, üç yıl sonunda bu ciddi sorunun ortadan kaldırılması ile sonuçlanmıştır. Bu tür isyanlar, halkı ekonomik olarak zayıflatmış ve devlet otoritesini zayıflatarak büyük bir sosyal bunalıma sebep olmuştur.

XVII. yüzyılın ilk yarısı gelişen, Erzurum Beylerbeyi Abaza Mehmet’in isyanı ve Bağdat’ın İran tarafından işgali gibi hadiseler sonucu IV. Murat, saray ve ordu ile ilişkileri düzenlemiş, Revan, Ahıska ve Bağdat’ı geri almıştır. Bu dönemde birçok bilgin ve sanatçı yetişmiştir. Öte yandan 1934 yılından itibaren, Nefi’nin ölümünün de rastladığı dönemde, merkezi otoriteyi sarsacak her türlü girişim ve tepki bastırılmıştır.

IV. Murat’ın vefat etmesi ardından Osmanlı Tahtına Sultan İbrahim geçmiştir. Sabırsız ve asabi davranışlar sergileyen Sultan İbrahim, devletin ekonomik açıdan içinde bulunduğu sıkıntılı duruma aldırış etmeden bütün köşklerine ve saraydaki bütün odalara samur döşetmeye kalkmıştır. Halkın yoksulluktan bunaldığı ve hazinenin boşaldığı bir zamanda yapılan büyük masraflar ve lüks eşya merakı yüzünden yapılan zulümler, ulemayı ve yönetimden memnun olmayan kesimleri tedbir almaya mecbur etmiştir. Böylece Sultan İbrahim tahttan indirilerek henüz yedi yaşındaki şehzade IV. Mehmet tahta çıkarılmıştır. Bir süre hapsedilen Sultan İbrahim de 17 Ağustos 1646 tarihinde katledilmiştir.

IV. Mehmet’in ilk yıllarında devlet idaresi, Valide Sultan ve Ocak Ağalarının müdahalesiyle iyice karışmış, bu durum IV. Mehmet’i zehirlemeye kalkan Kösem Sultan ve suikastın elebaşlarının katledilmesi ile sonuçlanmıştır.

Dönemin sadrazamı Köprülü Mehmet Paşa’nın 1661 yılında vefat etmesi ve oğlu Fazıl Ahmet Paşa’ya sadaret mührü verilmesi ile kısa bir istikrar dönemi başlamış, Avrupa içlerinde önemli kaleler alınmış ve Girit fethedilmiştir. IV. Mehmet zamanında Kamaniçe Kalesi ve Çehrin kalesi alınarak Lehistan içlerine ilerlenmiştir. 1676 yılında sadaret mührü Kara Mustafa Paşa’ya verilmiştir.

Kara Mustafa Paşa, Osmanlı ordusunun Viyana’da tarihindeki en büyük bozguna uğramasına sebep olmuştur ve bunu 1683’te canıyla ödemiştir. IV. Mehmet döneminde, Köprülüler saray çevresinde saygınlık kazanarak, istikrar sağlamışlardır. Kültür ve sanat hayatı bakımından dikkat çekici olan bu dönem, sanat ve zanaat erbabının da himaye edilmesine elverişli bir ortam yaratmıştır.

II. Viyana seferinden itibaren sürekli toprak kaybedilmiş, yüzyılın sonunda Avusturya, Venedik ve Lehistan ile yapılan Karlofça Antlaşması (1699) ile duraklama devri başlamıştır.

Sosyo-Kültürel Yapı

XVII. yüzyılda, bilimsel açıdan Galileo, Descartes, Huygens, Newton ve Leibniz gibi bilim adamlarının eserleri, buluşları ve fikirleri ön plana çıkmıştır. Bu yüzyıl, edebiyat ve kültür hayatı bakımından da birçok ilkin yaşandığı bir dönemdir: Shakespeare’in Hamlet adlı eseri ilk kez sahnelenmiş (1600), modern romanın ilk örneği olarak sayılan Don Kişot’un basımı gerçekleşmiş (1605) ve İncil’in İngilizceye tercümesi kabul edilmiştir (1611). XVII. yüzyılda özellikle sosyal konuların edebi eserlere yansıması dikkat çekicidir.

XVII. yüzyıl, Batı’da siyasi, sosyal ve dini otoritenin değişime uğradığı, kilisenin yeni yorum ve reformlarla güç kaybettiği ve kralın elinden “ilahi yetki”nin alındığı bir reform dönemidir. Bu dönemde, akıl ve bilim güç kazanmakta, yeni sömürgelerden elde edilen gelirlerle ekonomik üstünlük sağlanmaktadır. Bir sonraki yüzyılda yaşanacak olan “aydınlanma dönemi”ne zemin hazırlayan bu dönem, dergicilik ve gazetecilik tarihi bakımından da önemlidir.

XVII. yüzyıla damgasını vuran önemli olayların arasında; Amerika kıtasının keşfi ile yeni kolonilerin oluşması, köle ticaretiyle tarım ekonomisinin genişlemesi, Katoliklerle Protestanlar arasında başlayan “Otuz Yıl Savaşları” vardır. Bu dönem aydınları, özellikle savaş tekniği, ordunun yeniden düzenlenmesi, askeri eğitim, akli ilimlerin önemi gibi konularda değerlendirmeler yaparak, “bilim ile dinin birbiriyle çatışmadığını ispat etme” çabasına girmişlerdir. Katip Çelebi gibi dönemin bazı aydınlarının, din ile bilim arasındaki dengeyi sağlamaya çalışması ve bilimin dini hayattaki yerini tayin etme gayretleri dikkat çekicidir.

Osmanlı toplumunda XVI. yüzyılda hoşgörü ile karşılanan tasavvuf düşüncesi, XVII. yüzyılda Kadızadelilerin katı muhalefetiyle karşılaşmıştır.

Kadızadeliler, XVII. yüzyılda sosyal, kültürel ve dini alanda gittikçe alevlenen ve devletin bünyesini sarsan bir düşünce akımının temsilcileriydiler. Bu hareketinin amacı, İslam’ı Kur’an-ı Kerim ve Resul-i Ekrem’in sünneti dışındaki bidat sayılan tün unsurlardan arındırarak, bu anlayışı devletin bütün kademelerine yaymak olarak açıklanabilir. Ancak bu tavır, pek çok kültür ve medeniyet unsuruna savaş açarak asıl niyetinden farklı bir yola girerek, toplumda ciddi rahatsızlıklara sebep olmuştur.

Kadızade Mehmet Efendi’nin vefatından sonra, Kadızadeliler hareketi mensuplarının daha saldırgan hale gelmesi, 1656 yılında Çınar Vakası ile sonuçlanmıştır. Bu hadise ile pek çok kişi katledilerek; çıkarcı, rüşvetle servet biriktiren ve devlette kargaşa çıkaran çevrelere gözdağı verilmiştir.

Köprülü Mehmet Paşa sadrazam olunca, Kadızadelilerin bir fitne grubu haline geldiğini tespit ederek, önde gelenlerinden Üstüvani Mehmet Efendi ile Divane Mustafa adlı vaizleri Kıbrıs’a sürgün eder. Bundan sonra hareketin diğer mensupları da dağıtılarak tasfiye edilir. Kâtip Çelebi’nin XVII. yüzyılda ortaya çıkan iki hiziple ilgili eleştirilerini sınayarak padişaha orta yol önermesi, Osmanlı aydınının din anlayışı ve din-devlet ilişkilerindeki dengelere verdiği önemi de ortaya koymaktadır.

Esasen Selefiyeci bir anlayış olarak Osmanlı tarihinde benzerlerine rastlanan Kadızadeliler hareketinin tehlikeli bir hale gelmesinin temelinde, merkezi yönetimin zayıflaması, padişah ve vezirlerin yeterli eğitim ve kültür donanımından yoksun olmaları, Avrupa ve İran cephesinde devam eden savaşlar, giderek büyüyen ekonomik sorunlar vb. gibi XVII. yüzyılın karakteristik vasıflarından kaynaklanan sebepler yatmaktaydı.

Osmanlı devletinin taşrada yetersiz kalması ve ayanlık sistemine geniş yetki tanınması ile yeni bir sınıf doğmuş ve devlet yönetiminde yavaş yavaş söz sahibi olmaya başlamıştır. Bu bakımdan XVII. yüzyıl Osmanlı mutlakiyetçiliğinin yavaş yavaş gücünü kaybetmeye başladığı bir dönemdir.

Sanat ve kültür hayatı, bu gelişmelerden fazla etkilenmemiş, İran ve Hindistan’daki Türk sarayında şiir yazımı gelişmiştir. Hint düşüncesi ile İran şiir geleneğinin sentezinden oluşan bir şiir tarzı olan “Sebk-i Hindi”, Türk edebiyatı üzerinde etkili olmuştur. Babür Devletinde imar faaliyetlerine önem verilmesi ile Türk-İslam mimarisinin şaheserlerinden sayılan Tac Mahal tamamlanmıştır. Türkçe şiirler de söyleyen Saib-i Tebrizî ve Nabi başta olmak üzere şairler, Osmanlı şairlerini de etkilemiştir.

Bu yüzyılda Hive Hanlığının başında bulunan Ebülgazi Bahadır Han’ın 1660 yılında kaleme aldığı Şecere-i Terakime adlı eseri Çağatay Türkçesinin önemli metinlerindendir. Özellikle Doğu Türkçesiyle çok sayıda edebi eserin yazılması dikkat çekicidir.

Viyana bozgunu ve Karlofça Antlaşması, Osmanlı Devleti’nin başarısızlığının araştırılması ve Batı’nın daha ciddiye alınarak dünyadaki askeri, siyasi ve idari gelişmelerin dikkatle izlenmesi sonucunu doğurmuştur.

Bu dönemde kaleme alınan risaleler, layihalar, siyasetnameler ve nasihatnameler gibi eserlerde devletin bünyesinde meydana gelen bozulmalara ve çürümelere yer verilmektedir.

Osmanlı aydınının XVII. yüzyılda layiha, risale ve bazı tarih kitaplarında dile getirdiği şikâyetlerin temelinde; bilimsel gelişmelerin hız kazanması, coğrafi keşifler, harp tekniğinin değişmesi, asker kaynağının farklı bir nitelik kazanması, yeni vergi toplama sistemi gibi yeni durumlardan kaynaklanan problemler yatmaktadır.

XVII. yüzyılda mimari, müzik ve edebiyatta önemli gelişmeler olmuştur. Sedefkar Mehmet Ağa’nın 1617 yılında inşa ettiği Sultanahmet Cami ile Revan, Bağdat ve İncili Köşkler sivil mimarinin en önemli örnekleri olmuştur.

XVII. yüzyıl klasik edebiyat şairlerinin musikiye yönelmeleri, güfte yazmaları ve musiki ile şiirin birbirine yaklaşmaları dikkat çekicidir. Bu dönemde, Musiki mecmualarının yazılması da önemli bir gelişmedir. Leh asıllı Ali Ufki Bey’in pek çok eseri günümüze kadar ulaşmış, Buhurizade Itrî bu yüzyılda yetişmiştir.

Bu yüzyılda hat sanatı alanında yetişen önemli sanatçılar, Osmanlı hat sanatının önemli simalarından Şeyh Hamdullah’ın üslubunu devam ettirmişlerdir.

XVII. Yüzyılda Türk Edebiyatı

XVII. yüzyılda, Osmanlı yöneticileri geleneğe uyarak kültür ve sanatı himaye etmenin yanında, kendileri de şiir başta olmak üzere çeşitli sanat dallarında faaliyette bulunmuşlardır. Bahtı mahlaslı I. Ahmet, Farisî mahlaslı Genç Osman, Muradî mahlaslı IV. Murat, Vefayî mahlaslı IV. Mehmet hem padişah hem de şair olarak sanat hayatında yer almışlardır.

Bu dönemde klasik tarzı devam ettiren şair ve yazarların yanı sıra, eserlerindeki farklı üslup ve söyleyiş kudretiyle öne çıkan sanatçılar şunlardır: Ganizade Nadirı, Azmizade Haletî, Nefî, Nevizade Atayî, Şeyhülislam Bahayî, Şeyhülislam Yahya, Riyazî, Fehim-i Kadîm, Cevrî, Nailî-i Kadîm, Nedîm-i Kadîm, Neşatî, Mezakî, Sükkerî, Nazım, Fasih Ahmet Dede, Rasih, Ramî Mehmet Paşa, Nabî, Sabit.

Türk edebiyatında geleneksel konu ve imajların yerine, yeni konu ve orijinal imajların önem kazandığı, aynı zamanda farklı edebi arayışların ve şiir okullarının ortaya çıktığı XVII. yüzyılda, başlıca dört önemli üslup ve bunların temsilcilerinden bahsedilebilir:

  • Bakı Tarzını Devam Ettiren Gelenekçiler,
  • Yeni Üslup Arayışındaki Şairler,
  • Hikemî ve Mahallî Tarzın Temsilcileri,
  • Tasavvufi Şiir Mensupları.

XVII. yüzyıl şairlerinden bir kısmının eserlerinde bu ifade biçimlerini bir arada görmek de mümkündür.

Bakı tarzını devam ettiren gelenekçiler bölümünde Bakı ile temsil edilen gazel tarzı; rindane, dış dünyaya açık, hoşa giden, ahenkli bir nitelik taşımaktaydı. Bu gazel tarzı Arap, İran ve Türk edebiyatında şekil, muhteva, dil ve anlatım bakımından standart gazel ölçütlerine uygun, klasik gazel türünün bir örneğiydi.

Baki’nin zarif, ahenkli ve nükteli gazel tarzı, XVII. yüzyılda Şeyhülislam Yahya, Bahayı, Mezakî ve Nedîm-i Kadım gibi şairler tarafından sosyal bir içerikle de zenginleştirilerek sürdürülmüştür.

Bu yüzyılda Vecdî, Nedîm-i Kadım, İsmetî ve Sükkerî gibi şairler de klasik şiir geleneğine uygun bir üslup benimsemişlerdir.

Yeni üslup arayışındaki şairler başlığında Sebk-i Hindî önem taşımaktadır. Sebk-i Hindî, XVI. Yüzyıldan XVIII. Yüzyıla kadar çoğu İranlı olan şairlerin Hindistan’da oluşturdukları şiir tarzıdır. Nailî ve Neşatî, Hint üslubunun XVII. yüzyıldaki en önemli temsilcileri olarak tanınır.

Sebk-i Hindî’nin bazı özelliklerini şiirlerine yansıtmakla birlikte özellikle kaside tarzındaki arayışlarıyla dikkat çeken Nefî Türk edebiyatı tarihinde önemli bir yere sahiptir.

Hikemî ve mahallî tarzın temsilcileri ele alındığında, hikmetli söz söyleme arzusunun XVII. yüzyılda yaygınlaştığı görülmektedir. Hikemî tarzının en büyük ustası sayılan Nabi’den önce Azmizade Haletî, “hakimane şiir söyleme” anlayışını, düşünce ve hikmetli söze dayalı bir nazım biçimi olan rubai tarzındaki ısrarıyla benimsemiş görünür. Haletî’nin rubailerinde, türün genel özellikleri belirgin olmakla birlikte gündelik hayata ilişkin sıkıntı ve şikâyetler de dile getirilmiştir.

Haletî’nin bu yüzyılın gözde nazım şekli olan ve hayatı yorumlamaya dayalı, tefekküre açık bir şiir türü olan rubaiye düşkünlüğü ilim adamı olmasıyla da ilişkilidir.

XVII. yüzyılın ikinci yarısında Nabi ile temsil edilen, “Nabi ekolü” olarak adlandırılan hikemî üslup, düşünceye dayalı hikmetli söz söyleme olarak tanımlanabilir.

XVII. yüzyılda Nabi tarzını devam ettiren Rami Mehmet Paşa, devrin yozlaşan değerlerini, sosyal ve siyasi çehresini şiirlerinde anlatmıştır.

Bir sonraki yüzyılın şekillenmesinde etkili olan, dönemin hikemî üslubunda yerli malzemeyi kullanarak nükteli ve tabii bir dile ulaşmaya çalışan Bosnalı Alaattin Sabit’in, şiirlerinde atasözü ve deyimleri başarıyla kullanması ve mahallî ifadelere yer vermesi önemli bir yeniliktir.

Klasik kültürün çevreye yayılması, edebi hadiselerin Osmanlı coğrafyasının ücra köşelerinde de gelişmesini sağlayarak, çeşitli meslek gruplarının dini ve tasavvufi cereyanlar etrafında oluşan ortamlarda orijinal edebi ürünler meydana getirmesine olanak tanımıştır.

XVII. yüzyılda Erzurum’da Şanı ve Abı; Urfa’da Reşîd ve Faik; Edirne’de Cahidî, İbrahim Gülşenî ve Abdülhay Celvetî gibi şairler, klasik kültürle beslenen ve aruz veznini ustaca kullanan popüler şairlerdendir.

Divan şiirinde yerellik arayışları farklı düzeylerde hep sürmüştür. Osmanlı şiirindeki yerellik eğiliminin göstergelerinden biri de divan tertip eden şairlerin hece ölçüsüyle şiir söylemeleridir. Divan şairleri, şiirle musikinin iç içe olduğu bir atmosferin havasını teneffüs etmiş olmaları nedeniyle, hece ölçüsünün yanı sıra halk şiirinde kullanılan nazım biçimlerini de kullanmışlardır.

XVII. yüzyılda çoğu halk şairinin aruz ve heceyi bir arada kullanmaları ve klasik edebiyat mazmunlarıyla şiir yazmaları, aynı zamanda klasik şiirle halk şiirinin etkileşimini de yansıtmaktadır. Aşık Ömer ve Gevherî gibi şairlerin klasik şiirin dil, üslup ve sanat anlayışından etkilenmişlerdir. Aşık edebiyatı şairlerinden bir kısmında görülen bu yönelişlerde, klasik kültürün halka mal olmasının büyük etkisi vardır.

Nazire mecmuası düzenleme geleneği XVII. yüzyılda Budinli Hisalî tarafından devam ettirilmiştir. Onun Metaliü’n–Nezair’i ve derleyeni bilinmeyen nazire mecmuaları ile devam eden bu gelenekte, yazıdan çok sözün dolaşımı önem kazanmakta, böylece şiir daha geniş kesimlere intikal etmekte ve merkezle kenar arasında söze dayalı bir bağ kurulmaktadır.

Tasavvufi şiir mensupları konusunda, tekke ve tasavvuf muhitlerinde de divan şiirinin biçim ve söyleyiş özelliklerini benimseyerek divanlar ve mesneviler üreten şairler olduğu görülmektedir. Elmalılı Ümmî Sinan, Kutbü’l-Meani’si ve Divan’ıyla sufi şiirin önde gelen temsilcileri arasındadır. Vahdet-i vücut düşüncesini işlediği; ilahi, devriye ve şathiye türünde yazdığı şiirlerinin yanı sıra, yaşadığı dönemi tenkit ettiği müstakil bir şiir de kaleme almıştır.

Türk tasavvuf şiirinin en büyük ustalarından biri olan Niyazı-i Mısrî, Ümmî Sinan’dan aldığı feyzi İbn Arabî’nin görüşleriyle yorumlayarak tasavvuf edebiyatı içinde müstesna bir konum elde etmiştir. Dinî-mistik şiirin XVII. yüzyılda yeni bir hamle yapmasına öncülük eden Niyazı-i Mısrî, şiirlerinde doğrudan doğruya tasavvuf öğretilerini anlatmıştır.

XVII. yüzyılın mutasavvıf şairlerinden Sunullah Gaybî, ilahilerinde hece veznini tercih etmesine rağmen, şiirlerini aruz vezni ile kaleme almıştır. Şiirlerinin birçoğunda tasavvufi esasları anlatarak dervişlere öğüt veren Gaybî, şiirlerinde estetik söyleyişlerden ziyade sade, hoşa giden, akıcı bir müzikalite kullanmıştır.

Yüzyılın mutasavvıf şairlerinden İsmail Hakkı Bursevî de bir divan tertip etmiştir. Şiirlerinde özellikle dinî ve tasavvufi tabirlere yer vermiş, Arapça ve Farsça kelimelerin yoğun olduğu bir dil kullanmıştır. Tasavvufi şiirde, hem dünyevi hem de dinî anlamlar taşıyan zengin bir sembolik dil kullanılmıştır. Gazel, kaside, musammat, mesnevi vb. şekillerle şiirler yazan mutasavvıf şairler, içerik bakımından diğer şairlerden ayrılmaktadır.

XVII. yüzyıl genel anlamda bir şiir yüzyılı gibi görünse de, bu dönemde pek çok mensur eser de kaleme alınmıştır. Dönemin sosyo-kültürel panoramasının anlatıldığı bu eserler arasında Katip Çelebi’nin Düsturü’l-Amel ile Mizanü’l-Hakk adlı eserleri dikkat çekicidir. Bu eserlerde ele alınan konularla benzerliği açısından, devlet teşkilatındaki bozulmaları ve bunlara karşı alınacak tedbirleri konu edinen Koçi Bey’in Sultan IV. Murat’a sunduğu Koçi Bey Risalesi de önemlidir.

Yüzyılın en ilgi çekici eseri, Evliya Çelebi’nin on ciltlik Seyahatname’sidir. Devrin seyahat türünde yazılmış eserlerinden biri de Nabî’nın Tuhfetü’l-Harameyn adlı eseridir. Bu yüzyılda seyahat türünün yanı sıra, coğrafya alanındaki eserlere de ilgi gösterilmiştir. Katib Çelebi’nin Cihannüma adlı coğrafya kitabı, türün bu yüzyıldaki önemli örneklerindendir.

XVII. yüzyıl, tarih yazıcılığı bakımından da verimli bir dönem olmuştur. Dönemin tarih yazarlarından Peçevi İbrahim Efendi, Tarih-i Peçevî adlı eserinde, 1520-1639 yılları arasındaki tarihi olayları anlatmıştır.

Dönemin en önemli tarih yazarlarından olan Naima’nın kaleme aldığı Naima Tarihi’nde 1591 ile 1659 yılları arasında geçen tarihi olaylar anlatılmaktadır.

XVII. yüzyılın tarih ve biyografi alanındaki tanınmış yazarlarından olan Katib Çelebi Fezleke adlı eserinde, 1591 ile 1655 yılları arasındaki tarihi olayları nakletmektedir.

XVII. yüzyıl nesri, gerek tür ve içerik olarak gerekse dil ve anlatım bakımından çeşitlilik gösterir. Dönemin ünlü nasiri Veysî’nin, Sultan I. Ahmet’e sunduğu Habname’si ve Siyer-i Veysî adlı eseriyle Nergisı’nin Nihalistan’ı ve Münşeat’ı, genel olarak yüzyılın nesrinin süslü nesir olarak adlandırılmasına sebep olan süslü ve estetik nesir örnekleridir.