XVII. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI - Ünite 2: Osmanlı'da Hamilik ve Seyhülislam Şairler: Yahya ve Bahayî Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 2: Osmanlı'da Hamilik ve Seyhülislam Şairler: Yahya ve Bahayî

Giriş

Osmanlı Devleti’nde şeyhülislamlar, ilmî eserleriyle ve kişilikleriyle bulundukları konumda kendilerini kabul ettirmişler; bunun yanında edebî faaliyetlerle şair olarak da şiir dünyasında tanınmışlardır. Şeyhülislam şairlerden Yahya ve Bahayî, XVII. yüzyılın önemli şairlerindendir. Bu isimleri ve şiirlerini yakından incelemeden önce Osmanlı sanatına yön veren hamilik kurumundan ve işleyişinden; bu sistem içinde şairlerin şiirlerini nasıl ürettiklerinden bahsetmek faydalı olacaktır.

Osmanlı Sanatına Yön Veren Hamilik Kurumu

Matbaa yaygınlaşıncaya kadar, bugünkü anlamda bir telif sistemi olmadığı için sanatçının üretimini destekleyecek ve sanatı geliştirecek sistemlerden en önemlisinin yöneticilerin sanatçıya sağladığı imkânlar olduğu söylenebilir. Osmanlı’da devlet-sanat ilişkisini belirleyen en önemli faktör hamilik sistemidir. Bu yüzdendir ki Osmanlı edebiyatıyla ilgili temel kaynaklarda hamilik kurumu ve işleyişine dair çokça göndermeler yer almaktadır.

Hami , Osmanlı toplumu gibi sosyal, onur, statü ve mertebelerin mutlak egemen bir hükümdar tarafından belirlendiği bir toplumda, sanatçının belli bir kültür çerçevesinde sanatını ifade edebilmesine yardımcı olan kişidir. Batıda patron, mesen gibi isimlerle de anılmaktadır.

Devlet-sanat ilişkisinin hem Doğu hem de Batı dünyasında benzeri yapılanmalarına özellikle imparatorluk dönemlerinde sıklıkla rastlanır. Aradaki bazı küçük farklar toplumsal yapıdan kaynaklanmaktadır.

Doğu geleneğinde ve Osmanlı’da büyük ölçüde saray ve çevresi üstlenmektedir. Örneğin; sanat dünyasının yıldızları olarak addedilen Michelangelo, Raphael, Titian, Da Vinci, Holbein, Shakespeare, Mozart, Bach gibi sanatkârlar ya doğrudan krala bağlı olarak saray için çalışmış ya da devrin siyasetinde söz sahibi olan yönetici konumdaki ailelerin himayesinde mesleklerini icra etmişlerdir.

Strozzi, Corbinelli, Rossi, Medici, Davanzati ve Alessandri gibi dönemin seçkin aileleri, özellikle 15. yüzyılın ortalarından itibaren, önemli patronlar olarak tanınıyorlardı.

Osmanlı’da yöneticilerin sanata destek vermelerinin ötesinde, bizzat üretici olarak sanatın içinde olmaları, koruyuculuk sisteminin Osmanlı’nın son dönemlerine kadar gündemde olmasının en önemli nedenlerinden biri olarak düşünülmelidir. Osman Gazi’den başlayarak Sultan Mehmed Reşad’a kadar padişahlar, şehzadeler, yöneticiler ve devlet kademesinde görev yapan bürokratların ilgiye göre değişen derecelerde sanatın çeşitli dallarına destek verdikleri veya üretimde bulundukları bilinmektedir.

Nedim / Musahip: Yakın arkadaşlık, dostluk, danışmanlık manasındaki nedimlik/ musahiplik aslında Orta Asya’dan itibaren var olan ama İran Sarayı’nın kurumlaştırıp Selçuklu Devleti’nin benimsediği, Osmanlı Devleti'nin sürdürdüğü mevkilerdir. Musahiplerin mesafeli ve bilgilendirme, danışmanlık ağırlıklı yakınlıklarına karşılık nedimlik samimi arkadaşlık, eğlenceli dostluk ifade eder.

Osmanlı sanatının en belirgin özelliğinin saray tarafından desteklenmesi ve saraya göre şekillenmesi olduğu söylenebilir. Saray ve saraya bağlı yönetici sınıfın sanatın destekleyicileri olmaları, Osmanlı’da özellikle imparatorluk şekillendikten sonra sanatın her alanında bir Osmanlı saray üslubunun ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Osmanlı’da bir saray üslubunun teşekkül etmesinde yöneticilerin sanatı sadece desteklemelerinin değil, bizzat üretici olarak sanatın içinde olmalarının çok büyük etkisi vardır. Osmanlı hanedan mensuplarının başta şiir olmak üzere bilim ve sanatla iç içe olmalarının sebebini yetişme tarzlarında aramak doğru olur.

Çok küçük yaşlardan itibaren en seçkin hocalarla eğitimlerine başlayan şehzadeler, Türkçenin yanında Arapça, Farsça, Latince, Yunanca, Rumca, Sırpça hatta Çağatay Türkçesi gibi dil ve lehçelerden birkaçını öğreniyorlar; tarih, coğrafya, harp sanatı, astroloji, matematik, mantık, kimya gibi pozitif ilimlerin yanında, avcılık, atıcılık, güreş vb. sportif faaliyetleri de başarıyla icra ediyorlardı. Şehzadeleri yetiştirmekle görevli olan lalaların birkaç önemli meziyete sahip olmalarının gerekliliği ve Osmanlı şehzadelerinin lalalarına baktığımızda çoğunun şair, hattat ve musikişinas olması, Osmanlı’da sanatın şiir, hat ve musiki kollarına ayrı bir önem verildiğini düşündürmektedir. Osmanlı hanedan mensuplarının pek çoğunun dikkate değer birer şair ve musiki ustası oluşları bu eğitim sayesinde gerçekleşmiştir.

Başta saray olmak üzere sadrazam, şeyhülislam, kazasker, vezir, nişancı, defterdar gibi devlet büyüklerinin konakları; İstanbul dışında da şehzade sarayları, paşa ve bey konakları, hem birer sanat mekânı hem de korunma alanları olarak öne çıkmıştır. Hamilerin büyük çoğunluğunun, kendilerine takdim edilen şiirleri, bu işten anlayan biri olarak değerlendirmeleri, Osmanlı şiirsel üretiminde sadece aktif olarak yer almalarını değil, aynı zamanda şiir ortamının ve şairin üslubunun belirlenmesi konusunda da aktif olduklarını göstermektedir. Her sanatçı, okuyucusunun niteliği ve niceliği oranında değer kazanır.

Osmanlı sultanlarının ve hamilerinin büyük çoğunluğunun sanatın aktif katılımcıları olarak böyle bir işleyişin içerisinde yer almaları, onları sadece hami ya da kendilerine şiir sunulan merci olmaktan çıkarmaktadır.

Osmanlı sanatının neden daha çok saray çevresinde rağbet bulduğu sorusunun da cevabını içermektedir. Ayrıca, başta saray olmak üzere sadrazam, şeyhülislam, kazasker, vezir, nişancı, defterdar gibi devlet büyüklerinin konakları; İstanbul dışında da şehzade sarayları, paşa ve bey konakları, hem birer sanat mekânı hem de korunma alanları olarak öne çıkmıştır. Hamilerin büyük çoğunluğunun, kendilerine takdim edilen şiirleri, bu işten anlayan biri olarak değerlendirmeleri, Osmanlı şiirsel üretiminde sadece aktif olarak yer almalarını değil, aynı zamanda şiir ortamının ve şairin üslubunun belirlenmesi konusunda da aktif olduklarını göstermektedir. Her sanatçı, okuyucusunun niteliği ve niceliği oranında değer kazanır.

İstanbul’da padişah saraylarının yanında sadrazam, şeyhülislam, vezir, defterdar, nişancı gibi yüksek devlet memurlarının saray ve konaklarının, devirlerinde yetişen şairlerin sığındıkları ve korundukları yerler yanında, geniş imparatorluğun büyük kültür merkezlerinden uzakta yaşayan şairlerin de koruyucuları sancak beyliklerine çıkmış vali paşalar, İstanbul’dan çeşitli nedenlerle sürülmüş vezirler, sınırları korumakla görevli uç beyleri veya her vilayette, hali vakti yerinde olan defterdar, muhasebeci gibi nispeten küçük memurlar olmuştur.

Âşık edebiyatı mensuplarının da kendi sosyal konumlarıyla orantılı başka tür bir himayeye mazhar oldukları bilinmektedir. Bunun en karakteristik örneklerinden biri Dertli Mahlaslı (1772-1846) Türk saz şairinin hayatında görülmektedir. Dertli, hayatının değişik dönemlerinde Bolu mutasarrıfı Hüsrev Paşa’nın, Bolu Defterdarı Hüsnü Efendi’nin ve Ankara eşrafından Alişan Bey’in himayesini görmüş hatta ölümü de Alişan Bey’in konağında olmuştur.

Şeyhülislamlık Kurumu ve Şeyhülislam Şairler

Osmanlı Devleti’nin ilk yıllarında ilmî eserleriyle ve kişilikleriyle kendilerini kabul ettiren şeyhülislamlar bulundukları konumun gereği olarak kimseye boyun eğmemiş, ilmin yüce konumunu göstermişlerdir. Bu konumdaki bazı isimlerin zaman zaman çeşitli meselelerde mutlak otorite olan sultana karşı çıktıkları da kaydedilmiştir. Mesela Bursa Kadısı ve Manastır Medresesi Müderrisi Molla Fenarî, Yıldırım Bayezid’e karşı koymuş, bu yüzden Karaman’a gitmiş, fakat Yıldırım, bu kıymetli ilim adamının gönlünü alarak Bursa’ya geri getirmiştir. Molla Güranî’nin Fatih Sultan Mehmed’i sert sözlerle eleştirdiği bilinmektedir. Zenbilli Ali Efendi ise II. Bayezid’in görüşme talebini reddetmiş, Yavuz Sultan Selim’in idam hükmü verdiği pek çok kimseyi pervasız müdahaleleriyle kurtarmıştır. Benzer bir olayda da I. Ahmed zamanında İran seferine gitmek üzere Üsküdar’a geçen Kapıkulu ocaklarının yiyecek yüzünden seferlerinin ertelenmesi kararına Şeyhülislam Sunullah Efendi şiddetle karşı çıkmış ve bu hususta padişahla tartışmıştır.

İlk zamanlardan XVI. yüzyıla kadar fetva verme işi ve bütün sorumluluk şeyhülislama aittir. Müracaat edilen kitaplar şeyhülislamın dairesinde bulunurdu. Ancak bu yüzyıldan itibaren şeyhülislamlar fetva verme işini fetva emini denilen görevlilere bırakmışlardır. Bununla birlikte Osmanlı’da şeyhülislamlık dini meseleleri de aşan bir üst konum elde etmiştir. Fetva, İslam hukukuyla ilgili bir konunun, bir sorunun dinsel hukuk kurallarına göre çözümünü açıklayan, şeyhülislamca ya da müftüce verilen hüküm, yanıt.

Şeyhülislamların başta fıkıh olmak üzere dinî ilimlerin çeşitli dallarında eser yazmaları yanında şair, tarihçi, sanatkâr, kütüphane sahibi, ayrıca ilim ve sanat hamisi olarak Osmanlı kültür ve sanatına katkıları son derece önemlidir. Kemal Paşazade (ö. 1534), Hoca Sadeddin (ö. 1599), Zekeriyyazade Yahya Efendi (ö. 1644), Arif Hikmet Bey (Ö. 1859) gibi tanınmış şair, tarihçi, hattat, kültür adamı dışında tezkirelerde ve diğer biyografik eserlerde adlarına ve eserlerine yer verilen birçok şeyhülislam bulunmaktadır. Şeyhülislamların nüfuzları ve muhitleri sayesinde ilmi ve sanatı himaye ettiklerine dair çeşitli örnekler vardır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda toplam 131 şeyhülislam görev yapmış; bunların 44’ü şiirle uğraşmıştır. Bunlar arasında divan sahibi olan şeyhülislamların sayısı ise 15’tir. Divan sahibi şeyhülislamlardan Kemal Paşazade, Yahya Efendi, Bahayî Efendi (Ö. 1654), Esat Efendi (Ö. 1752), İshak Efendi (Ö. 1734) ve Ataullah Efendi (Ö. 1811) divan şiir geleneğine önemli katkılar sağlamış ve şiirde iz bırakmışlardır. Bu isimler arasında özellikle Yahya Efendi, hem kendi döneminin önemli şairleri arasında sayılmış hem de edebiyat tarihlerinde 15. yüzyılda Necati Bey ile başlayan 16. yüzyılda Bakî ile devam ettirilen üslubun da 17. yüzyıldaki temsilcisi olarak değerlendirilmiştir.

Şeyhülislam Yahya

17. yüzyıl Osmanlı divan edebiyatının en büyük gazel şairlerinden biri olan Şeyhülislam Yahya, Bayramzade Zekeriyya Efendi’nin büyük oğludur. Yahya’nın çağdaşı olan Ganizade Nadirî, Nef ’î, Nev’izade Atayî, Sabrî, Fehim-i Kadim, Şeyhülislam Bahayî, Cevrî, Vecdî, Kazasker İsmetî, Nailî, Nedim-i Kadim, Neşatî gibi döneminin önemli isimleri şairi çeşitli vesilelerle şiirlerinde takdir etmişlerdir. Bunlar arasında özellikle Nef ’î, Nev’izade Atayî, Sabrî, Cevrî ve Nailî kendisine kaside ve müzeyyel gazeller sunarak Yahya’yı üstad kabul ettiklerini belirtmişlerdir. Bu isimlerden Ganizade Nadirî şairin bir kasidesini ve Cevrî de bir gazelini tahmis etmişlerdir.

Şeyhülislam Bahayî Efendi’nin divanında yer alan iki müzeyyel gazel övgüsünden biri Yahya Efendi içindir. Yahya Efendi’ye gösterilen bu ilgide görev yaptığı makam ve şairliği yanında sanat erbabını desteklemesinin de payı vardır. Şeyhülislam Yahya, Kanunî devrinden itibaren II. Selim, III. Murat, III. Mehmet, I. Ahmet, I. Mustafa, II. Osman, IV. Murat ve I. İbrahim de dâhil olmak üzere sekiz padişah devrini görmüş ve IV. Murat’ın en parlak devrinde şiirleri rağbet bulmuştur.

Tahmis etmek, “Beşleme” anlamında olan tahmis aslında bir muhammestir. Bir gazelin ya da bir kasidenin her beyitinin önüne aynı vezin ve kafiyede üç mısra eklenerek muhammes hâline getirmeğe “tahmis etme” ve ortaya çıkan muhammese de tahmis denir.

Müzeyyel gazel, Zeyl kelimesinden gelmektedir ve arttırılmış anlamında kullanılır. Şiirde ise şairin bazen gazel içinde mahlasını söyledikten sonra birini övmek için şiirine yaptığı eklemedir. Bu şekilde arttırılarak yazılan gazellere müzeyyel gazel denir.

Şeyhülislam Yahya’nın en önemli eseri divanıdır. Şeyhülislâm Yahya Divanı geçen asrın başında İbnülemin Mahmut Kemal’in sunuşuyla eski harflerle (İstanbul 1334), daha sonra iki kez yeni harflerle basılır. Divandan başka Yahya Efendi’nin fetvaları, Kaside-i Bürde’ye yazdığı Arapça tahmisi ve Kemal Paşazade’den tercüme ettiği Nigaristan adlı bir eseri vardır. Divan edebiyatında şairlerin rind bakış açısına sahip oldukları ve dini sadece kurallarıyla yaşayan zahid tipini şiirlerinde hep eleştirdikleri görülmektedir. Yahya da bu beyitte mescide varıp dini görevlerini yerine getiren ama yalan söyleyen, ikiyüzlülük yapan insanlara karşı, düşündüğü gibi samimi yaşayan, gösterişçi olmayan rind tipini tercih ettiğini vurgulamaktadır.

Şeyhülislam Bahayî

Bahayî Efendi’nin aile kökeni babası yoluyla 16. yüzyılın tanınmış âlimi, tarihçisi ve devlet adamı olan Hoca Sadeddin Efendi’ye, ondan da Yavuz Selim devrinin aynı şekilde tanınmış şahsiyetlerinden Hasan Can’a (Ö. 1567) çıkmaktadır. Bahayî’nin amcalarından Şerif Mehmet (Ö. 1615) ve Mehmet Esad Efendiler de devirlerinin şeyhülislamlık makamına kadar yükselmiş iki âlim şahsiyetidir. Bu iki ismin aynı zamanda edebiyatla da yakın ilişkileri olup Türkçe, Arapça, Farsça şiir yazdıkları söylenir.

Bahayî Efendi’nin kültür ve edebiyat tarihimiz açısından en önemli yönü şairliğidir. Şair olarak Bakî’den Nedim’e giden bir üslup çizgisi içinde yer alır. Şeyhülislam Yahya’nın üslubunun etkisinde kaldığı görülmektedir. Bahayî mahlasını ona veren şair Yahya’dır. Bahayî’nin Yahya Efendi’ye duyduğu sevgi ve saygıyı onun adına yazdığı övgü dolu müzeyyel gazelde görmek mümkündür.

Bahayî Efendi’nin şiirleri ancak bir divançe oluşturacak kadardır. Altı kaside, iki küçük mesnevi, dört kıta, iki tarih kıtası, kırk bir gazel ve on sekiz rubaiden oluşan eserdeki bütün şiirler din dışı konulardadır. Eserde tevhid, münacat, naat gibi şiirlere rastlanmaz. Bahayî Efendi şairlik ününü gazelleriyle sağlamıştır. Gazellerinin başlıca konusu aşk, sevgi ve sevgilidir. Bazılarında da hayat, tabiat ve toplum olaylarını bilge bir tavırla değerlendirdiği görülür.

Bahayî âlim ve şairliğinin yanı sıra aynı zamanda iyi bir hattat ve bestekârdır. Çok güzel hüsn-i hat örnekleri sergileyen Bahayî, musikiyle de ilgilenmiş ve besteler yapmıştır. Ali Ufkî Bey’in notaya aldığı “Evc beste” günümüze kadar gelmiş bir eserdir.

Hüsn-i hat, İslam yazıları için kullanılan bir tabirdir. İslam yazı çeşitlerinin estetik ölçü ve endişeler içerisinde yazılmasına denir. İslam yazılarını, estetik ölçüler ve endişeler içerisinde yazana da “hattat” unvanı verilmektedir.