XVII. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI - Ünite 3: XVII. Yüzyılda Yenilik Arayışları ve Nefî Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 3: XVII. Yüzyılda Yenilik Arayışları ve Nefî

Giriş

Yenilik arayışları, divan şiiri geleneği içinde hep üslup düzeyinde olmuştur. Osmanlı edebiyatı, bu arayışların ve diğer dağınık tecrübelerin ortak dil ve estetik anlayış çerçevesinde geleneksel bir yapıya bürünmesidir. Eğitim, yargı ve fetva kurumunun bağlı olduğu şeyhülislamlık, ilmiye sınıfının en üst makamıdır.

XVI. yüzyılda, biçim ve içeriğiyle klasik bir yapıya kavuşan divan edebiyatı, XVII. yüzyılda yenilik arayışlarıyla varlığını sürdürür. Sebk-i Hindî, bu üslubun temsilcisi olmayan şairleri de etkiler. Sebk-i Hindî’nin XVII. yüzyıldaki temsilcilerinin genellikle toplumun orta sınıfından ve Mevlevilik paydasında buluşan şairlerden oluşması Mesnevi’yi belirleyici olur.

XVII. yüzyıla kadar kuralları iyice belirginleşip gelenekselleşen nazım şekillerinin kullanımında yeni arayışlar ve yönelişler dikkati çeker.

Nefî

Nefî, II. Selim’in saltanatının son yıllarında, tahminen 1572’de, Erzurum’un Hasankale (Pasinler) ilçesinde dünyaya geldi. Adı, Ömer; ilk kullandığı mahlası “zararlı, zarara ait” anlamındaki Darrî olsa da kendisine sonradan Nefî (yararlı, faydaya ait) mahlası verildi.

Birbirinin tam zıttı olan iki mahlas arasındaki gelgitler, III. Murat ve III. Mehmet döneminde Erzurum medreselerinde tahsil ve terbiyesini tamamlayan Ömer Nefî’nin hayatını biçimlendirdi.

Şair, ilk olarak Erzurum’daki muhitlerde Darrî mahlasıyla söylediği şiirlerle dikkat çekmeye başladı. I. Ahmet’in saltanatının (1603-1617) ilk yıllarında, Kuyucu Murat Paşa’nın tavsiyesiyle İstanbul’a giderek, devrin sultanlarına, bürokrat ve devlet adamlarına kasideler sundu. Şöhretinin zirvesine IV. Murat (1623-1640) zamanında ulaşan Nefî, üç defa azledildi ve Edirne’ye sürgüne gönderildi. Övgülerinden fazla, yergileriyle şiir çevrelerini meşgul etmeye başladı. Hicivleri hayatına mal oldu.

Şairliği incelendiğinde, Nefî, kaside nazım şeklinde ulaştığı söyleyiş ve anlatım ustalığıyla çağdaşları ile birlikte kendisinden sonra gelenleri de etkilemiştir. Ondan sonra kaside söyleyen her şair 62 kasidenin yer aldığı Nefî Divanı’nı, hicve meyledenler de Siham-ı Kaza’yı dikkate almak zorunda kalmıştır.

Divan şiirinin en büyük kaside ustası, övgü ve yergi şairi olarak tanınan Nefî, aslında tam bir mizaç adamıdır. Bu hiciv ustası, eserlerini hep mizacının anahtarı sayılabilecek ilk mahlası olan Darrî mahlasının etkisi altında yazmıştır. Hicivlerinde yer yer argo ve küfür kullanan Nefî, özellikle saygı duyduğu kişilerle manzum şakalaşmalarında söz oyunlarına başvurmuş ve bu tarz şiirleriyle sözlü kültür ortamlarında anılacak güzel örnekler vermiştir.

Övgülerinde ve yergilerinde kaside formunun kurallarını altüst ederek şiirin merkezine kendini yerleştiren şair, çok başarılı olduğu gazel tarzında bile kasidelerine hâkim olan ruh halini yansıtabileceği yollara başvurmuştur. XVII. yüzyılda yaygınlaşan müzeyyel gazel söyleme eğilimine Şeyhülislam Yahya’dan sonra en çok Nefî itibar etmiştir.

Nefî şiirde ses unsuruna önem veren, dilin musikisini yakalayabilen şairlerdendir. Bilhassa gazellerindeki ritmik akışkanlık ve şiirini idare eden musiki, devrin atmosferi içinde ve sonrasında fark edilerek vurgulanmıştır.

Ömer Nefî, mizacında ve devrin şiir anlayışında giderek yer bulan Hint üslubunun etkisiyle mübalağa sanatını şiir anlayışının merkezine yerleştirir.

Nefî’nin şiirlerine işleyen Mevlana sevgisi ve rubailerindeki bilgece söyleyişler, mistik şiirin peşinde olanların dikkatini çekmiştir.

Özellikle musiki meclislerinde icra edilen güfteleri ve dillerde dolaşan nükteleriyle Türk kültür ve sanat hayatında yerini alan Nefî, hem gazel ve kaside şairi hem de bedelini canıyla ödeyen bir hiciv ustasıdır.

Eserleri incelendiğinde Nefî edebiyatımızın, Türkçe şiirleriyle ün kazanmanın yanında Farsça Divan da tertip ederek iki dilde de iddialı olduğunu gösteren ve Siham-ı Kaza’ da toplanan hicivleri ile sivri dilli olarak tanınan şairidir.

Türkçe Divan Nefî’nin en önemli eseridir. Kahire’de ve İstanbul’da eski harflerle basılmış, çeşitli antolojilere Nefî Divanı’ndan örnekler alınmıştır.

Farsça Divan fazla hacimli bir eser olmamakla birlikte, şairin rubailerini (171 adet) ve “Tuhfetü’l Uşşak” başlıklı uzun bir mazumesini (97 beyit) ihtiva etmesi bakımından önemlidir.

Siham-ı Kaza Nefî’nin hicivlerini bir araya getirdiği en ünlü eseridir. Bu eser, latifelerden küfürlere, imalardan ithamlara kadar her düzeyde hicviye ihtiva eder.

Nefî’nin Şiirlerinden Örnekler

Örnek1 (kaside) incelendiğinde: Divan şiirinde at, bazen benzetme unsuru ama çoğu kez gerçek hayatın vazgeçilmez bir figürü olarak işlenmiştir. Nefî de şiire dair görüşlerini atla ilgili kavramlarla somutlaştıran şairlerdendir. Üç kasidesini bu güzel hayvana ayırmıştır.

IV. Murat’ın ‘fermanıyla’ yazdığı rahşiyyesinin nesibinde, padişahın atlarını teker teker tanıttıktan sonra medhiyeye geçmiştir. 84 beyitli kasidenin 53. beytiyle medhiyeye giriş yapar, medhiye 77. beyte kadar devam eder. Nefî, diğer kasidelerinde örnekleri görülen övgü kalıplarıyla IV. Murat’ı yüceltir. Şarktan garba ne kadar şair varsa onlara meydan okur.

  • Bârekallâh zihî rahş-ı hümâyûn-sîmâ

Ki komuş nâmını sultân-ı cihân Bâd-ı Sabâ

Allah bağışlasın, ne mübarek yüzlü at ki cihanın sultanı onun adını Bâd-ı sabâ koymuş.

Nefî beğenilen varlıkları nazardan korumak için söylenen “barekallah” ibaresiyle başladığı kasidesinde IV. Murat’ın Bâd-ı Sabâ adını verdiği atının güzelliği karşısında hayranlık duyguları içinde olduğunu sezdirmektedir. Bâd-ı sabâ (sabah rüzgârı, seher yeli) halk ve divan şiirinde sevgiliyle âşık arasında postacı, gül ile bülbül arasında iletişimi ve etkileşimi sağlayan doğa unsuru anlamında kullanılır.

  • Ne Sabâ sâ’ika dersem yaraşur sür‘atde

Ki segirdürken ana sâyesi olmaz hem-pâ

Saba neymiş, süratte (ona) yıldırım desem yaraşır. Çünkü koşarken ona gölgesi (bile) eşlik edemez.

Rücu sanatını kullandığı bu beyitte, atın çabukluğunu belirginleştirmek için sabâ yerine sâika (yıldırım) adını önerir.

  • Bırakur anı dahi sâyesi gibi yolda

Olsa ger şâtır-ı endîşe ile pâ-der-pâ

Eğer düşünce postacısı ile aynı hizada yarışa başlasa onu da gölgesi gibi yarı yolda bırakır.

Bu beyitte, düşünceyi yalın olarak vermek yerine şair, onu şâtıra (büyük bir kimsenin atının yanında gitmekle görevli ağa) benzetmek suretiyle metnin bağlamına uygun bir tercihte bulunur.

  • Düşmeden sâyesi hâk üzre eder âlemi tayy

Sehv ile râkibi gösterse inâna irhâ

Eğer binicisi yanlışlıkla dizginini gevşetse gölgesi toprağa düşmeden dünyayı dolaşır.

Bu denli hızlı koşan atın binicisinin de IV. Murat gibi usta olmak zorunda olduğu belirtilir. Tayy kelimesini, sözlükte karşılığı olan atlamak, üzerinden geçmek anlamı da beyte uygun düşmekle beraber sufilerin dilinde kazandığı tayy-ı mekân (=mekânı atlarcasına geçmek) manasını da çağrıştıracak biçimde kullanır.

  • Kuş yetişmez der idim olmasa Tayyâr eger

Eremez gerdine zîrâ ki ne sarsar ne sabâ

Eğer uçma kabiliyeti olmasa kuş ona yetişemez derdim. Zira onun tozuna ne fırtına ne de rüzgâr erişebilir.

Şair, uçma kabiliyeti yakıştırdığı “tayyâr” sözcüğünü hem sözlük anlamıyla hem de padişahın atlarından birinin adı olarak tevriyeli kullanmıştır.

  • Nice tayyâr o sebük-pây-ı cihân-peymâ kim

Ana hem-seyr olamaz hiç ne ankâ ne hümâ

O dünyayı dolaşan çevik ayaklı öylesine bir Tayyar ki ona ne anka ne de hüma kuşu eşlik edebilir.

Şair bu beyitte padişahın atını kanatlı hayvanlarla mukayese ederek atın daha süratli olduğunu abartılı biçimde anlatmaya devam eder.

  • Nûrdan bâl açar uçmağa melekdür sanasın

Olsa zinpûş-ı serâserle ne dem cilve-nümâ

Baştan başa altın işlemeli bellemesiyle ne zaman görünse sanırsın uçmak için nurdankanadını açmış bir melektir.

Tayyar’ın iki yanına sarkan eyerinin altın işlemeli bellemesi, nurdan kanada benzetilmesiyle padişahın atı melek sanılabilir.

  • Tayy eder âlemi bir göz yumup açıncaya dek

Bu kadar çâbük ü çâlâk olur mı acaba

Bu da bir göz yumup açıncaya kadar dünyayı kateder. Acaba bu kadar çabuk ve çevik (bir at) olur mu?

Tasavvuf erbabınca zamansızlığı ifade eden tayy-ı zaman ve tayy-ı mekân kavramlarına tekrar göndermede bulunan Nefî, ermişlerin özelliklerini padişahın atına yüklemektedir.

  • Meger Evren ola yâ Saçlı Doru yâ Mercân

Yâ Celâlî Yağızı yâ iki Edhem yâ Tuma

Meğer ki Evren, yahut Saçlı Doru ya Mercan ya Celalî Yağızı ya iki Edhem ya da Tuma olsun.

Sadece Bâd-ı Sabâ ve Tayyâr değil, padişahın diğer atları da olağanüstü özelliklere sahiptir.

  • Nice Evren ki ne dem eylese pertâb-ı bülend

Sanki reftâre gelür hışm ile bir ejderhâ

Nasıl Evren? Ne zaman yüksek atlasa sanki bir ejderha gazaba gelmiş de uçarak hücuma geçmiş gibi olur.

Beyitte evren, ejderhaya benzetilmiştir.

  • Atılur hâmesi ok gibi elinde durmaz

Etse bir şâ‘ir eger medh-i şitâbın imlâ

Bir şair, onun hızla atılışını övmeye kalkışsa, kalemi elinde duramaz, o da ok gibi ileri atılır.

Benzetme sanatının bütün unsurlarını içeren bu beyit, kalem ile ok arasındaki biçimsel benzerlik üzerine kurulmuştur.

  • Nice Saçlı Doru bir bâl-güşâ ankâ kim

Bir kanadıyla uçar uçduğu dem bî-pervâ

Saçlı Doru ne demek? O, kanat açmış bir ankadır ki tek kanatla bile pervasızca uçabilir.

On iki ve on üçüncü beyitlerde Saçlı Doru’dan söz eden şair, on dördüncü beyitte Evren ve Saçlı Doru’nun atlama kabiliyetlerini anka ile özdeşleştirmektedir.

  • Nice Saçlı Doru güyâ ki yanar âteşdir

Dûdıdur anun o yâl-i siyeh-i anber-sâ

Nasıl Saçlı Doru? Sanki bir yanar ateştir. O amber kokulu siyah yelesi, onun dumanıdır.

Bu beyitte, saçlı Doru ateşe, onun siyah yeleleri ise dumana benzetilmiştir.

  • Bu da Evren gibi pertâb-ı bülend etse olur

Râkibi Zâl-i zer ü kendisi gûyâ ankâ

Bu da Evren gibi yüksek atlasa, binicisi Zal-i Zer ve kendisi de sanki anka olur.

Fars mitolojisinde güç ve kudretin simgesi olan Rüstem’in babası Zal’ın saçının sakalının sarıya çalar beyaz oluşundan dolayı Zal-i Zer diye anıldığı söylenir.

  • Nice Mercân o sebük-cilve-i çâbük-rev kim

Ana gülgûn-ı sirişk olur olursa hempâ

Nasıl Mercan ki o hızlı koşan, ayağına çabuk olan ata, ancak kanlı gözyaşı eşlik edebilir?

Mercan ve kanlı gözyaşı arasındaki münasebeti “kırmızı”lık oluşturmaktadır. Gülgûn, burada gözyaşının sıfatı olarak kullanılmakla birlikte Şirin’in meşhur atını çağrıştırmaktadır.

  • İ stese bu da eder bir ser-i mûda cevlân

Belki rakkâslık etmekde olur ahyânâ

İsterse o da bir kıl üzerinde yürüyebilir, hatta zaman zaman rakkaslık bile eder.

Mercan, öylesine güzel edalı bir attır ki kıl üzerinde yürüyebilir ve gerektiğinde rakkas gibi hareket edebilir.

  • S eyr eden cilvesini şu‘le-i cevvâle sanır

Devr eder âlemi sür‘atle o denlü zîrâ

Onun hareketlerini seyreden, dünyanın etrafında dönen ışık zanneder. Zira güneş ışığı kadar âlemi süratle devreder.

Şair, doğrudan söylenmediği hâlde dolaylı bir biçimde Mercan’ı güneşe benzetmiştir.

  • Celâlî Yağızı da ne kadar çâpükdür

Ki olurken ana meydân-ı cihân teng-fezâ

O Celali Yağızı da ne kadar hızlıdır ki uçsuz bucaksız dünya meydanı ona dar olurken…

Şairin sözü bu beyitte bitmemiş, anlam sonraki beyte taşmıştır. Böylesi beyitlere merhun denilmektedir. Teng, sözlükteki “dar” anlamının yanı sıra atçılık terimi olarak atın eğerini bağlamak için göğsünden geçirilerek bağlanan kemer, kolan manasında kullanılır.

  • Başlasa cilveye mânend-i kümeyt-i hâme

Merkez-i nokta olur ana fezâ-yı pehnâ

Kalem gibi cilveye başlasa, uçsuz bucaksız gökyüzü ona ancak bir merkez noktası olur.

Kalem, akışkanlığı ve şair kabiliyetini yazıya aktarmadaki hızı bakımından başka şairlerce de ata benzetilmiştir.

  • İki Edhem hod iki şûh Arap dilberidir

Ki tefâvütleri yok biri birinden aslâ

İki Edhem, sanki iki Arap dilberidir ki ikisinin de birbirinden farkı yoktur.

Edhem, karayağız at demektir. İki karayağız at, iki Arap dilberine benzetilmiştir.

  • Görse ger bunları Mecnûn-ı melâmet-dîde

Yâdına gelmez idi bir dahi hüsn-i Leylâ

Eğer kınanmış Mecnun bunları görseydi Leyla’nın güzelliği bir daha aklına bile gelmezdi.

Arap atlarıyla Leyla arasında kurulan bu ilgide her ikisinin de esmerlikleri etkili olmuştur.

  • İ‘tikâdım bu ki mânendi bulunmaz birinin

Bulunursa dahi bir yerde bulunmaz illâ

Benim inancım budur ki bunlardan birinin benzeri yeryüzünde bulunmaz. Bulunsa bile ikisi bir arada olmaz.

İkinci dizenin sonundaki “illâ” sonraki beytin başına eklendiğinde anlam tamamlanacağı için, bu beyit de bir merhun beyit örneği göstermektedir.

  • Yine ıstabl-ı şehenşâh-ı cihân-ı ârâda

Ki ne atlar bulunur biri birinden zîbâ

(Ancak) yine o cihanı süsleyen şahlar şahının ahırında daha ne atlar vardır ki hepsi birbirinden değerlidir.

Bu beyitle şair, padişahın diğer atlarından bahsetmek için yeni bir başlangıç yapmak niyetindedir.

  • Evvelâ Kapıağası dorusudur birisi

Ki berâberdür ana pûyede kûh u sahrâ

Bunlardan biri Kapıağası dorusudur ki onun koşması için dağ veya çöl fark etmez.

Bu atlardan biri dağda da çölde de aynı hızla koşabilen Kapıağası dorusudur.

  • Kuhl içün kalmaz idi gerd-i zemîn-i eş‘âr

Olsa ger cilve-gehi arsa-i mülk-i ma‘nâ

(Kapıağası dorusunun) meydanı mana ülkesi olsa usta şairlerin gözlerine sürme diye çekmeleri için bir zerre bile toz kalmazdı.

Atın koştuğu meydan yerine “cilve-geh” sözcüğünü tercih eden Nefî, şiirle ilgili kavramlara çağrışım zenginliği katmaktadır.

  • Bir de Arslan dorusudur ki gemin gördükçe

Kendidir aynı ile şîr-i ner-i silsile-hâ

Bir başkası Arslan dorusudur ki gemini görünce, zincir görmüş erkek aslan kesilirdi.

Bu beyitte at, kızgın aslana ve gem ise aslanın ağzına vurulan zincire benzetilmiştir.

  • Urulur gerdenine anun içün altından

İki zencir ki zabt etmesi âsân ola tâ

Onun için boynuna altından iki zincir vurulurdu ve ancak böyle zapt edilmesi mümkün olurdu.

Gem vurulmasına izin vermeyen atın boynuna altın zincir takılarak zapturapt altına alınması, insana ait özellikleri ata yakıştıran Nefî’ye mahsus abartılardandır.

  • Cebeli doru ile hod Kayışoğlu dorusu

Nicedür her biri sür‘atde kıyâs et meselâ

Cebeli dorusu ile Kayışoğlu dorusu sürat bakımından nasıldır, hele bir karşılaştır…

Cebeli doru ile Kayışoğlu dorusunun süratlerini mukayese etmeyi öneren şair, “mesela” anlatmaya başlar ve okuruna bu fırsatı vermez.

  • Menzile nûr-ı basar gibi berâber erişür

Olsa her birine hem-pûye eger tîr-i kazâ

Kaza oku bunların her birine eşlik etse göz nuru (bakış) gibi ikisi de menzile aynı anda ulaşır.

  • Birisi dahi Ağa Alcası kim anun da

Yaraşır eyler isem medhini bu gûne edâ

Bir başkası da Ağa Alcası’dır ki onu da bunlar gibi övsem yeridir.

  • Âsumân-pûye zemîn-gerd-i müselsel-harekât

Bâd-pâ şu‘le-i cevvâle-i âlem-peymâ

Dünyayı aydınlatan ışık gibi bir çıkar gökte koşar, bir iner yerde gezer, öyle bir rüzgâr ayaklıdır.

  • Bir de Şam Alcası kim etse ne dem meyl-i hırâm

Sanki reftâra gelir bir sanem-i sürh-kabâ

Bir de Şam Alcası ki ne zaman yürüyüşe meyletse sanki kırmızı elbiseli bir güzel salınır.

  • Olsa bu cilve bu nâz Aşkar-ı Behrâmda ger

Zühre gökden iner olurdu dil-ârâm ana

Bu cilve, bu naz Behram’ın Aşkar adlı atında olsaydı Zühre yıldızı gökten inip ona yoldaşlık ederdi.

Behram, hem Merih yıldızının diğer adı hem de yaban eşeği avına düşkün olan efsanevi İran hükümdarıdır. Behram’ın atına “aşkar” denir.

  • Turfa gülgûn-ı firîbende-reviş kim sanasın

Cümle endâmına urmuş yed-i kudret hınnâ

Öyle güzel, hoş yürüyüşlü bir al attır ki sanırsın kudret eli, cümle endamına kına sürmüş.

Şair, yine güzele ait özelliklerle at tasviri yapmaktadır.

  • Bir de Dağlar Delisidir ki şitâb etdikçe

Bir olur zelzeleden lerze-i kûh u deryâ

Bir diğeri Dağlar Delisi’dir ki koşmaya başlayınca.dağları ve çölleri titretişi zelzeleye benzer.

Padişahın atlarından Dağlar Delisi anlaşılan ele avuca sığmaz, sert ve atak bir attır.

  • Sarsılur arz u semâ sanki kıyâmet koparur

Böyledür tünd şitâb eylediğince ammâ

Öyle sert koşar ki yer ve gök sarsılır; sanki kıyamet koparır. Ama… .

Bu beyitte Dağlar Delisi, sert yürüyüşüyle yeri ve göğü yerinden oynatan olağanüstü bir varlık olarak resmedilir.

  • Gelse reftâra döner bir sanem-i ra‘nâya

Başlasa cilveye tâvûs-ı cinândır gûyâ

Yürüyünce bir güzele benzer. Cilveye başlayınca sanki cennet tavusudur.

Bu beyitte Dağlar Delisi, ilk mısrada bir minyatürden fırlamış izlenimi veren güzele, ikincisinde cennet tavusuna benzetilmiştir.

  • Nâmı Dağlar Delisi kendisi âhû-yı harem

Perçemi sünbül-i çîn cebhesi dîbâ-yı Hıtâ

Adı Dağlar Delisi ama kendisi evcil bir ceylandır. Perçemi Çin sümbülü, alnı Hıta ipeğidir sanki.

Bu beyitte, Dağlar Delisi’nin taşra ve merkez kültürünün özelliklerini şahsında nasıl birleştirdiğine dikkat çekilir.

  • Cilve etdikçe ne dem olsa perîşân-perçem

Pür olur nükhet-i müşkiyle girîbân-ı hevâ

Dağınık perçemi, rüzgârla uçuştukça hava misk kokusuyla dolar.

Şair Dağlar Delisi’nin kokusunu tıpkı bir sevgili gibi tasvir etmiştir.

  • Birisi dahi Surâhî-i ser-efrâz ki çarh

Yaraşur pâyına yüz sürmek içün olsa dütâ

Bir başkası Sürahi-i Ser-efraz’dır ki gökyüzü, onun ayağına yüz sürmek için iki kat olsa yaraşır.

Nefî, IV. Murat’ın atları arasında en gözde olan bu atı övmektedir.

  • Nedür ol gerden-i mevzûn o sürîn-ferbih

Aceb endâmı güzel şûh-ı cihândur hakkâ

O endamlı vücut ve kalça nedir? Doğrusu endamı oldukça güzel, dünyanın en uçarısıdır.

Bu at için öylesine bir güzellikten söz etmektedir ki Nefî, bir beytin imkânları bunu ifade etmeye yetmemiştir.

  • Armağan gitse olur Çîne hele tasvîri

Bu kadar ancak olur hak bu ki sun‘-ı Mevlâ

Onun bir tasviri Çin ülkesine gitse, bir armağan gitmiş gibi olur. Doğrusu Mevla’nın yaratıcılık kudreti ancak bu kadar olur!

Nefî, padişahın bu atının güzelliklerini sıraladıktan sonra sözün bittiği yerde resmi devreye sokarak, hakiki sanatkâr olan Mevla’nın kudreti hatırlanmaktadır.

  • Yaraşır atlas-ı çarh olsa ana pây-endâz

Eylese her ne zaman cilve-i pür-istiğnâ

O, istiğnalı bir tavırla göründüğünde gökyüzü onun geleceği yola döşense yaraşır.

Şair, kasidesinin medhiye bölümüne yaklaşırken atı, binicisi olan padişahla birlikte hayal etmektedir.

  • Müddeâ-fehm o kadar kim eder âheng-i şitâb

Râkibi kûşe-i ebrû ile etse îmâ

Öyle anlayışı yüksektir ki binicisi kaşının ucuyla şöyle bir ima etse yürüyüşünü ona uydurur.

Atın, soyut olan anlayışlılık özelliği taşıması, binicisinden kaynaklanmaktadır.

  • Yaraşur dersem eger ana burak-ı cennet

Ki revâdur buna ta‘zîm o kadar kim farzâ

Ona Cennet bineği desem yakışır. Gerçekten de ona bu kadar saygı göstermek yerindedir.

Şair, padişahın atını cennet burağına benzeterek söze dinsel derinlik katarken binicisinin de cennet ehli olduğunu sezdirmek niyetindedir.

  • Pîş-i pâyında melek gâşiye-dâr olsa mahall

Na‘l-i zerrînine hurşîd yüzün sürse revâ

Melek, onun önünde giden bir seyis olsa yeridir; güneş, onun altın nalına yüzünü sürse layıktır.

Gaşiyedar, seyis anlamının yanı sıra Cebrail için de kullanılan bir sıfattır. Bu övgüler, at aracılığıyla binicisine yöneliktir.

  • Çok mudur bu şeref ol rahş-ı mübârekkademe

Ki sa‘âdetle süvâr ola ana zıll-ı Hudâ

O ayağı uğurlu ata bu şeref çok mudur ki Allah’ın yeryüzündeki gölgesi onun binicisidir.

Padişah, Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir. Böyle müstesna özelliğe sahip bir insanın bindiği at da Sürahi-i Ser-efraz gibi olağanüstü güzelliklere ve kabiliyete sahip olmalıdır.

Örnek2 (gazel) incelendiğinde:

  • Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdür gönül

Ehl-i aşkın hasılı sâhib-mezâkıdur gönül

Gönül, hem kadeh hem şarap hem de şuh bir sakidir; kısacası âşıkların zevk sahibi olanıdır.

Bu gönül redifli gazel de Nefî’nin ses unsurunu ön plana çıkarttığı şiirlerinden biri olduğu için, bu gazele çokça nazire yazılmıştır.

Beyitte bir işret meclisi anlatılmaktadır. “Gönül”ün meclisteki fonksiyonunu vurgulamak için “hem” edatı art arda kullanılarak ritmik bir yapı oluşturulmaktadır.

  • Bir nefes dîdâr içün bin cân fedâ etsem nola

Nice demlerdür esîr-i iştiyâkidür gönül

(Sevgilinin) yüzünü bir an görebilmek için bin can feda etsem çok mu? Gönül ne zamandan beri (onun) aşkının tutsağıdır.

Bu beyitte, Didâr; yüz, vech demektir. İştiyak kelimesi, hem parlaklık hem de âşıklık anlamındadır.

  • Dildedür mihrin ko hâk olsun yolunda cân u ten

Ben ölürsem âlem-i ma‘nîde bâkîdür gönül

Sevgin gönüldedir; bırak (bu) can ve beden senin yolunda toprak olsun. Ben ölürsem (de) gönül, mana âleminde sonsuza dek yaşar.

“Mihr” güneş ve sevgi anlamında kullanılır. Mana, mistik özü (batın); suret ise görünüşü (zahir) temsil eder. Bu anlayışa göre dünyadaki her şey dışsal bir form (suret) ve içsel bir anlamdan (mana) oluşur. Esas olan mana alemidir.

  • Zerredür ammâ ki tâb-ı âftâb-ı aşk ile

Rüzgârın şemse-i tâk u revâkıdur gönü l

(Gönül) bir zerredir ama aşk güneşinin parlaklığı ile devrin kemer ve çardağının ortasındaki şemsedir.

Şair gönle farklı açılardan bakıyor. Geleneğin içinden fakat biraz farklı bir üslupla konuşuyor. Aşkın parlak güneşi gönlün tezahürünü sağlar. İkinci dizede şair somut varlıklarla soyut olan gönlü anlatıyor.

  • Etse Nef’î nola ger gönlüyle dâim bezm-i has

Hem kadeh hem bâde hem bir şuh sâkîdür gönül

Nefî daima gönlüyle özel bir meclis kursa şaşılır mı? Çünkü gönül, hem kadeh hem şarap hem de şuh bir sakidir.

Gönülle “bezm-i has” etmek içe dönüklüğün ifadesidir. Bir kaçış söz konusudur. “Dâim” kelimesi bu isteğin devamlılığını vurgulamak içindir. Son mısra ve gazelin ilk mısrası aynı olarak kullanımına redd-i mısra denir. İlk mısranın son beyitte de tekrarı şiirin varlık bütünlüğünün sağlanmasında, redif olan gönül kelimesiyle birlikte önemlibir fonksiyonu yerine getirmektedir.