XVIII. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI - Ünite 1: XVIII. Yüzyılda Sosyo-Kültürel ve Edebî Hayat Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 1: XVIII. Yüzyılda Sosyo-Kültürel ve Edebî Hayat

XVIII. Yüzyılda Tarihî ve Sosyo-Kültürel Hayat

Avrupa’nın, Rönesans’tan itibaren gerçekleştirilen yapısal değişikler, bilim ve düşünce hayatındaki reformlar ile dünya dengesinde önemli bir güç hâline gelmeye başladığı XVIII. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu bir çözülme süreci içerisindedir. Bu çözülmenin sebebi “kanun-ı kadim”den (eski kanunlardan/Kanuni Döneminden) uzaklaşmak aranmış, çare de Kanuni Dönemi’nin görkemli günlerine dönmekte bulunmuştur. Bu gelenekçi ıslahat düşüncesi, her dönemde taraftar bulmakla birlikte bilhassa XVIII. yüzyıla kadar etkili olmuş, bu tarihten itibaren başta savunma alanında olmak üzere bilim, kültür ve hayat tarzında batıya yöneliş başlamıştır. Fakat Osmanlıların Batı’daki gelişmelere, onların maddiyata dayalı zihniyetine ayak uydurmaları kolay olmamıştır. XVIII. yüzyılın başında Sadrazam Ramî Mehmet Paşa, bu yönde idari ve askerî ıslahatlar yapmaya ve iç barışı temin etmeye çalışırken; kökleri oldukça eskiye uzanan huzursuzluklar “Edirne Vakası” olarak bilinen sosyal bir patlamaya sebep olmuştur. Bu olay sonrasında, asiler tarafından devletin Osmanlı hanedanı tarafından idare edilmesi tartışılmaya başlanmış, Osmanlı tarihinde ilk defa Osmanlı hanedanına alternatif arayışlar içine girilmiştir. Edirne Vakasının ardından iç huzurun sağlanması 1718’leri bulmuştur. O yıllarda sadrazamlığa getirilen İbrahim Paşa Viyana’dan beri süregelen karışıklığa Pasarofça Antlaşması’yla son vermeye çalışmış; Avrupalıların askerî güçleri ve diplomasisi hakkında bilgi edinmek üzere ilk defa Osmanlı elçileri göndermiştir. Pasarofça Antlaşması’nın getirdiği barış yıllarında, Avrupalılara tepeden bakma bırakılarak sadece askerî ve teknik alanda değil, sosyal ve kültürel hayatta da Batı’dan aktarmalar başlamış, bu etki başta mimari olmak üzere, müzik, resim, gibi bütün sanat dallarında artmıştır. Bunlar içinde batılı öğelerin en hızlı uygulandığı sanat dalı ise mimari olmuştur.

Lale Devri

Lale Devri bilim, kültür ve sanat faaliyetleri bakımından önemli gelişmelere sahne olmuştur. Bu alandaki yeniliklerin en önemlisi İbrahim Müteferrika tarafından matbaanın kurulmasıdır. Bunun yanında, sadrazam İbrahim Paşa tarafından, Arapça ve Farsçadan çeviriler yapmak üzere bir tercüme heyeti oluşturularak dinî, tarihî eserlerin yanında felsefe ve astronomi ile ilgili eserler çevrilmiştir. Daha önce Osmanlılarda farklı dillerde basım görülmekle birlikte, Türkçe ilk kitap bu dönemde basılmıştır. Matbaada basılan ilk kitap Vankulu Lügati’dir. Müteferrika’nın ölümüne kadar dinî, tarihî-coğrafi eserlerle, sözlüklerden oluşan on yedi eser yayımlanmıştır. Bu olumlu gelişmelere karşılık, Lale Devri’ndeki israf ve lüks merakı, sadrazam ve ekibine karşı tepkileri körüklemiş ve bu dönem Patrona Halil İsyanıyla kanlı bir şekilde sona ermiş, devrin sembolü hâline gelen Sadabad yerle bir edilmiştir. Lale Devri Bazı israf ve aşırılıklar bir kenara bırakıldığında, toplumdaki değişim arzusunun ulaştığı boyutu göstermesi bakımından oldukça önemlidir.

Sosyal Hayat

Osmanlı zihniyet dünyasında XVIII. yüzyılın başlarından itibaren kendisini daha fazla hissettirmeye başlayan çözülme, siyasi hayatın yanında sosyal yapıda da önemli değişikliklere yol açmıştır. Yıllardır biriken problemler, toprak kayıplarıyla gelen binlerce göçmenin iskânı, Celali İsyanları ve iç karışıklıkların getirdiği huzursuzluklar, konargöçerlerin yerleşik hayata zorlanması, beraberinde işsizlik, ekonomik sıkıntı ve ahlaki çöküntüyü getirmiştir. Fakat artan bu sefalete karşılık başta devlet erkânından başlamak üzere sefahat da artmış, israf ve lüks merakı herkesi sarmıştır. Bu dönemde kaleme alınan layihalarda, devlet adamları ve halktaki gösteriş ve lüks merakının yaygınlaşması, rüşvetin artması sık sık eleştiri konusu edilmiştir. Bu asırda, Paris’te “Turquerie” diye Türk giyim kuşam tarzı moda olurken, Osmanlılarda da Batı taklit edilen prestij kültür hâline gelmiştir.

Osmanlı’daki zihniyet değişiminde, batılı ülkelerle artan ilişkiler, kurulan elçilikler, Osmanlı topraklarında varlıklarını sürdüren Levantenler, azınlıklar ve İslamiyet’i sonradan kabul eden ve “mühtedi” olarak adlandırılanlar da etkileri olmuştur. Batılılaşma eğilimi, öncelikle savunma alanında kendisini göstermiş; bu eğilim saray, ordu ve resmî kurumlardan başlayarak, başta mimari olmak üzere, musiki, tezyinat, giyim kuşam ve hayat tarzını da etkilemeye başlamıştır. Fakat bu etkileşim, XIX. asra kadar daha çok teknik unsurlarla sınırlı kalmış; XIX. asırdan bilhassa II. Mahmut’tan itibaren eskinin içe dönük yapısı terk edilerek dışa dönük bir yaşam tarzı oluşmaya başlamış; idare, kanunlar ve hatta âdetlerde Batı’dan iktibaslar başlamıştır. Bu değişim, daha çok şehir hayatında ve bilhassa yönetim kesimi arasında kendisini göstermiştir. Çünkü şehirlerin büyük bir kısmı hâlâ bağ ve bahçelerle çevrili kasaba görünümünden kurtulamamıştır. Bu sebeple, İstanbul’da görülen değişime karşılık, taşradaki gündelik hayat eski hâliyle, mistik tevekkül anlayışı içinde uzun yıllar devam etmiştir.

Bu asırda, hayatı daha çok medrese, cami, iş ve ev arasında geçen Osmanlı insanının hayatında, artan yoksulluk ve işsizlikle beraber ahlaki çöküntü ve kültürel sapmalar kendini daha fazla göstermeye başlamıştır. Fakat yükseliş çağlarında kültürel aktarmalar herhangi bir problem oluşturmazken, çöküş dönemlerinde giyim kuşam gibi kültürel kimliği yansıtan aktarmaları reddetme eğilimi artmıştır. İmparatorluktaki iktisadi çöküntüyü ve gerileme sürecini hızlandıran sebeplerden biri XVI. yüzyılın başlarından itibaren dünya ticaret yollarının değişmesi olsa da, XVIII. asırdan itibaren, İmparatorlukta Avrupa devletlerinin, elçilik, para ve istihdam imkânlarıyla varlığı, Osmanlı ekonomisinin Batılarla ilişkisini sıklaştırmıştır. Ticaretteki Doğu-Batı dengesi Batı lehine bozulmakla birlikte ekonomide kısmi bir rahatlamaya yol açmıştır. Fakat bu rahatlama, uzun süren Avusturya savaşları, Celali isyanları, ticaret yollarının eşkıya tarafından kesilmesi, tarım üretiminde görülen önemli düşüşler sebebiyle, 1760’lardan sonra yerini uzun süreli bir bunalıma bırakmıştır.

Bilim ve Kültür Hayatı

Siyasi ve toplumsal hayattaki çözülme olgusu karşısında, ıslahatname yazma geleneği bu asırda oldukça yaygınlaşmıştır. Nizam-ı Cedit’e kadar yazılan layihalarda çözülmenin sebebi; idari yozlaşma, adaletin terki, zulüm, rüşvet, iltimas ve ihmal gibi hususlar ileri sürülmüş, çare olarak “kanun-i kadim”i ihya etme gösterilmiştir. Nizam-ı Cedit’le birlikte, Batı’da meydana gelen değişmelerden haberdar, iç ve dış gelişmelere vakıf ıslahat yazarları görülmeye başlamıştır. Fakat layiha yazarlarının ruhen Batı’ya açık olmakla birlikte, Batı kültürü hakkında yeterli bilgi sahibi olmamaları; onların askerî tedbirler dışında, hukuka bağlanma ve “kanun-ı kadim”e dönme gibi önerileriyle gelenekçi nasihatçiler çizgisinde kalmalarına sebep olmuştur. Bu dönemde İbrahim Müteferrika, Penah Efendi ve Ratip Efendi’nin layihaları, Batı’daki gelişmelerden bahsetmesi ve Osmanlılarla karşılaştırmaya gidilmesi bakımından diğerlerinden ayrılmaktadır.

İbrahim Müteferrika, devletin geri kalması ve monarşi, aristokrasi ve demokrasi gibi çeşitli devlet yönetim şekilleri hakkında bilgi verdiği eserinde, modern devletlerin akla dayanan yöntemlerle yönetildiğini, bu yönetim şeklinde din ve gelenekten ziyade bilgi ve bilimin önemli olduğunu anlatmıştır. Devletin geri kalma sebepleri konusunda ise diğerlerinden farklı olarak dış dünya hakkındaki bilgisizliği göstermiştir. Bu asırda, Osmanlılarla Avrupalılar arasında gerçekçi karşılaştırmalar yapan bir diğer düşünür, Ebubekir Ratip Efendi’dir. Ratip, sefaretnamesinde Avusturyalıların tarım, ekonomi, adalet ve sağlık kurumları hakkında bilgi vermiş, ayrıca din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmış olduğuna temas etmiştir. Bu asrın diğer düşünürlerinden Ahmet Resmî Efendi ise 1757 yılında gönderildiği Viyana elçiliğiyle ilgili izlenimlerini anlattığı eserinde, Avusturya’nın yönetim biçimi ve halkın hayat tarzıyla ilgili bilgi vermiştir. Resmî’nin açık ve cesur bir dille kaleme aldığı layihaları, III. Selim’in reform çalışmalarının ana konusunu teşkil etmiştir. Osmanlı bilim hayatında da XVI. asrın sonlarından itibaren kendisini göstermeye başlayan tedrici bozulma, XVII. asırdan itibaren Osmanlılarla Avrupalılar arasındaki farkın daha da derinleşmesine sebep olmuştur. Önceki asırda başlayan ıslah çalışmaları bu yüzyılda da devam etmiş, III. Ahmet ve I. Mahmut dönemlerinde ilmiyenin ıslahıyla ilgili fermanlar çıkarılmış, bilhassa III. Selim zamanında da bu konudaki çalışmalara büyük bir önem ve öncelik verilmiştir. Bu konuda atılan adımlardan en önemlisi, Avrupa’dan iki asır sonra matbaanın kurulmasıdır. Bundan önce de Osmanlılarda, azınlıklar tarafından kendi dillerinde kitap basan matbaalar kurulmakla birlikte bunlar uzun ömürlü olmamıştır. Matbaanın kurulması Osmanlı bilim hayatının modernleşmesinde önemli bir adımdır. III. Ahmet, matbaanın kurulmasının yanında çeviri faaliyetlerini de desteklemiştir. Damat İbrahim Paşa’nın kurduğu otuz kişiden oluşan tercüme heyeti, Osmanlılarda devlet tarafından kurulan ve maaşlarını hazineden alan ilk entelektüel teşebbüs olması sebebiyle ayrı bir öneme sahiptir.

Osmanlılar, XVIII. asırdan itibaren Batı biliminden selektif aktarmalar yapmaya, bilim geleneğinde İslam geleneğinden Batı bilimine tedrici bir şekilde geçmeye başlamışlardır. Yazılan eserlerde ve çevirilerde ilk kez modern matematik ve fizikle ilgili bilgiler verilmiştir. XVIII. asrın sonlarına doğru ise modern bilimler, askerî alandaki yenileşme çalışmalarıyla eğitim hayatına girme fırsatı bulmaya başlamıştır. Okullarda harp sanatı, matematik gibi dersler yabancı uzmanlarca verilmiş, Mühendishane-i Bahrî-i Hümayun’da eğitim Fransızca yapılmıştır. Ancak askerî eğitim veren bu tür kurumlarda batılı anlamda yeni bir eğitim anlayışı doğmaya başlamakla birlikte; siyasi istikrarsızlıklar, yetişmiş eleman eksikliği, yabancı uzmanların Türkçe bilmemeleri, yenileşme çabalarından beklenen sonucun alınmasını engellemiştir.

Osmanlı devlet ve zihniyet yapısında XVI. asrın sonlarında başlayan çözülme, sanat hayatında öncelikle üretimin sayıca azalmasında kendisini göstermiş; XVIII. asırdan itibaren Batı etkisi başta mimari olmak üzere, müzik, resim, gibi bütün sanat dallarını etkisi altına almıştır. Bunlar içinde batılı öğelerin en hızlı uygulandığı sanat dalı mimari olmuştur. XVII. asrın mimarisi, geleneksel konu ve biçimlerin kendi kuralları içinde yenilenmesi ve yeni ilişkilerin aranmasıyla oluşan Klasik Sonrası Dönemdir.

XVIII. asrın başından itibaren kendisini hissettirmeye başlayan Batı medeniyetine hayranlık, Viyana ve Paris’te kurulan elçiliklerin iki kültür arasındaki alışverişi güçlendirmesinin etkisiyle bilhassa asrın ikinci yarısından itibaren nitelik değişimini beraberinde getirmiş, bu dönemden itibaren Batı sanat ve mimarisine tedrici bir açılma başlamıştır.

Lale Devri ile Batı’ya açılmaya başlayan Osmanlı sanat ve mimarisi, önce barok üsluba tepki olarak XVII. yüzyıl ortalarına doğru ortaya çıkan bir üslup, olan rokoko ve İtalya’da ortaya çıkan resim, heykel, müzik ve edebiyata da geçen bir üslup, bir sanat akımı olan barok etkisinde kalmıştır. Daha sonra ise İmparatorluk üslubu anlamına da gelen, Eski Yunan ve Roma klasik üslubundan esinlenerek XVIII. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan neo-klasik üslup olan ampir üslubun etkisi altında kalarak yerel üsluplarını oluşturmuştur. Bazı sanat tarihçileri, bu dönem mimarisi için “Osmanlı baroku” terimini kullanmakla birlikte, gerçek anlamda bir barok üsluptan söz edilemez. Osmanlı mimarları, hem barok hem de rokoko üsluptan etkilenmişler ve bunlara ait motifleri geleneksel mimariye aşılamışlardır.

Çeşme mimarisinde 1740’a kadar bezeme ilkelerinde görülen çözülmeden sonra, önce rokoko sonra da barok özellikler belirmeye başlamıştır.

Resimde mimariye göre batılı resim anlayışına geçiş daha uzun sürmüştür. Duvar resminde klasik gelenekten ilk kopmalar, XVIII. asrın ikinci yarısında rokoko ve barok bezeme öğelerinin arasına manzara, sepet ve meyve tasvirlerinin girmesiyle başlamış, figür betimlemesi ise XIX. asrın ikinci yarısında ele alınmıştır. Derinlik, uzaklık, gölgeleme, tonlama, kütle, hareket, kişilik gibi batı resmine özgü nitelikler birbirinden bağımsız olarak uygulanmış, ancak XIX. yüzyılın ikinci yarısında tümüyle ele alınmış ve tuval üzerine yağlı boya tekniğiyle tablolar yapılmaya başlanmıştır. Tezhipte de diğer sanat dallarına benzer gelişmeler görülmüştür. XVIII. asırda, bir taraftan klasik süsleme üslupları yeni bir ruhla canlandırılmaya çalışılırken, bir taraftan da batıdan gelen barok ve rokoko bezeme üsluplarının motifleri repertuara girmeye başlamıştır.

Diğer sanat dallarında görülen batı etkisi musikiye yansımamıştır. Türk musikisinin gelişme safhaları her zaman iktisadi ve siyasi gelişme safhalarıyla paralellik göstermemiştir. En büyük bestekârlar ve eserler çöküşün ilerlediği, belki de sefaletin artmasıyla sefaha Ampirtin de artmasından olsa gerek, XVIII ve XIX. asırlarda ortaya çıkmıştır. Lale Devri’nin yaşama coşkusunu şiirde Nedim, musikide Mustafa Çavuş temsil etmiştir.

Karlofça’dan itibaren belirgin bir şekilde kendisini hissettirmeye başlayan sosyal ve siyasi yapıdaki çözülüş, bilim, kültür ve sanat eserlerinde etkisini göstermeye başlamakla birlikte; eskinin bütün heybetiyle varlığını sürdürdüğü bir dönemde bunlar dağınık, birbirinden kopuk arayışlardan öteye geçememiştir. Çünkü devri peşinden sürükleyebilecek bir fikir akımı veya bir ekol bu asırda henüz ortada yoktur. Felsefi olmaktan ziyade pragmatik bir yapıya sahip olan Osmanlı düşünce hayatı, altı asır boyunca bazı sapma teşebbüsleri dışında Arap ve Fars düşünürlerine ait eski ilmî ve fikrî eserlerin yeniden yorumlanmasına ve günlük hayatın pratik ihtiyaçlarına cevap vermeye dayalı bir gelişim göstermiş, yeni bir yaratıcılık ve dirilişten yoksun kalmıştır. Buna karşılık, mimari, edebiyat gibi sanat dallarında, düşünce hayatının pragmatik özelliğinden olsa gerek, ortak medeniyet içinde zirvelere ulaşılmıştır.

XVIII. Yüzyıl Divan Şiiri

Son Klasik Dönem olarak da adlandırılan XVIII. yüzyıl divan şiiri, önceki asırlarda oluşan zevk anlayışları doğrultusunda bir gelişme göstermekle birlikte, çok daha renkli, zengin, eklektik bir görünüm arz etmektedir. Bu dönemin belirgin çizgileri ise;

  • Anlamdan ziyade sese önem veren, açık, tabii, zarif bir söyleyişe dayanan klasik üslup
  • Bu üslup içinde kalmakla birlikte ses yerine anlamı ön plana çıkaran tebliğî (hikemi, didaktik) üslup
  • Anlamın ön plana çıktığı, girift ve yeni mazmunlarla yüklü muğlak, tasannulu söyleyişe dayanan bediî üslup (Sebk-i Hindî)
  • Konuşma diline ait deyişlerle yüklü, külfetsiz, açık bir söyleyişe yaslanan mahallî / folklorik üsluptur.

Ancak, şairler bu asırda daha çok Hint üslubuyla zirveye çıkan külfetli, sanatkârane söyleyişe tepki olarak nesir üslubuna doğru açılan, tasannudan uzak, açık, zarif ve külfetsiz bir söyleyişi tercih ederler. Nedim’de zarif bir senteze ulaşan bu üslup, daha çok Sebk-i Hindî öncesi, yani Bakî, Şeyhülislam Yahya gibi şairlerin elinde ifadesini bulan, şairlerin “kudema tarzı” dediği klasik üsluptur. Bu, mevcut estetik anlayış içinde bütün imkânları zorlayan bir edebiyatın yeniden geriye dönüşüdür.

XVIII. yüzyıldan itibaren öncelikle sosyal hayatta, mimari, resim, şiir gibi sanat dallarında kendini hissettirmeye başlayan zihniyet değişiminin yeni bir edebiyat anlayışını doğurması ise XIX. asrın ikinci yarısında mümkün olabilmiştir. Çünkü siyasette ve kültür aktarımında görülen keskin çizgilerin edebiyata yansıması uzun bir sürece yayılmaktadır. Siyasi ve sosyal hayatta belirgin bir şekilde kendini hissettirmeye başlayan zevale karşılık, bu dönemde edebiyat hayatı önceki asrın devamı olarak kemal dönemini yaşamaya devam etmiştir. Bunda devrin, uzun süren savaşlardan bıkan Osmanlı için soluklanma ve barış özleminin hâkim olduğu bir dönem olmasının etkisi büyüktür. Eski şiir, önceki asırda hikmet ve hünerle ulaşmaya çalıştığı merhaleye, bu asırda günlük hayatı ve konuşma dilinin kendine has lügatini şiire taşıyarak varmaya çalışmıştır. Bu asır, şair kadrosu bakımından eski edebiyatın en zengin dönemidir. Bu sebeple XVIII. yüzyıl, kaynaklarda şiir ve şair asrı olarak kabul edilmiş; Sabit’ten itibaren “her kaldırım taşının altından bir şair”in çıkması sık sık eleştiri konusu edilmiştir.

Edebî Muhitler

Geleneksel toplumlarda olduğu gibi, Osmanlılarda da sanat ve kültür faaliyetleri genellikle arz-talep dengesinden ziyade “patronaj” sistemi (varlıklı ve nüfuz sahibi devlet adamlarının himayesi) etrafında gelişmiştir. Bu asırda Osmanlılar, birkaçı dışında sanatkârları koruyan, onları teşvik eden şair, musikişinas, yenilik yanlısı padişahlar tarafından yönetilmiş; artan iç ve dış sarsıntılara karşılık başta saray olmak üzere diğer devlet adamları sanatkârları teşvik etmeye devam etmişlerdir. III. Ahmet ve III. Selim’in saltanat yılları sanatkârlar açısından en verimli dönemlerdir. Bu iki padişahın sanat ve kültür faaliyetlerine yakın ilgisi, asrın başında Nedim, sonunda ise Şeyh Galip gibi eski edebiyatın iki zirve isminin yetiştirmesine imkân sağlamıştır. Padişahların yanında, Damat İbrahim Paşa ve Koca Ragıp Paşa gibi sadrazamların sanat ve kültür faaliyetlerine verdiği önem, sosyal ve siyasi hayattaki olumsuzluklara karşılık edebiyat hayatının canlılığını korumasında etkili olmuştur. Klasik şiir, her kesimden temsilcisi olmakla birlikte, kendi için uygun yaşama iklimini gelişmiş bir sosyal ve kültürel çevrede bulmuştur. Sözlü kültür ortamının, insanların düşünme ve yazma eylemine etkisi uzun süre devam etmiş, XVIII. asrın sonlarına kadar edebiyat ürünlerinin çoğu yazılmış olsalar bile, dinleyici önünde okunmak üzere kaleme alınmıştır. Osmanlılarda da yazılan şiirler ve eserler, öncelikle saray, konak, meyhane gibi çeşitli meclislerde okuyucuyla buluşmuştur.

Damat İbrahim Paşa tarafından kurulan ve devlet tarafından maaş ödenen ilk entelektüel teşebbüs olan tercüme heyetinde; Taib, Nedim, Samî, Raşit, İzzet Ali Paşa, Seyyit Vehbî, Nahifî, Şakir, Çelebizade Asım gibi devrin önemli şairleri de vardır. Koca Ragıp Paşa ve Hoca Neşet’in konakları da devrin önemli edebî mahfilleri olarak dikkati çekerler.

İstanbul dışında da bazı şairlerin etrafında küçük muhitler oluşmuştur. Haşmet’in sürgün olarak gittiği Bursa’da âlim ve şairlerden bir mahfil oluşturduğu kaynaklarca belirtilmektedir. Bu mahfilin müdavimlerinden biri de onun divanını tertip eden İmamzade Mehmet Sait’tir. Diyarbakırlı Hamî’nin, kışları şehirdeki konağı, yazları Dicle kenarındaki köşkü de Agâh, Hamî, Lebib, Ümmi gibi şairlerin ve yörenin ilim ve sanat adamlarının toplandığı bir mahfil hâline gelmiştir. Nakşibendi şeyhi olan Agâh’ın, Diyarbakır Ulu Camii yanındaki hücresi de ilim ve sanat adamlarının toplandığı bir yerdir. Tezkirelerde, bunların dışında şairlerin toplandığı dükkân, konak ve mesire yeri gibi başka mekânlardan da söz edilir.

XVIII. Yüzyıl Divan Şairlerinin Tasnifi

XVI. yüzyıl tezkirecilerinden Latifî, şairleri el değmemiş düşünceler ve kendine has hayallere sahip yaratıcı şairler ve “hırsız”lar olarak ikiye ayırır ve ikinci gruptaki şairleri de kendi arasında derecelendirir. Riyazî de şairleri, manada yaratıcı olanlar; önceki manadan yeni bir mana çıkarabilenler; önceki manayı güzel bir şekilde yeniden söyleyenler ve önceki manayı taklit edenler olmak üzere dörde ayırır. Tezkireciler, şairlerin derecelerini ifade ederken daha çok mana ve mazmun kavramlarını temel almakta; manayı içeriğin ötesinde üslup ve hayali de içine alan bir kavram olarak kullanmaktadırlar.

XVIII. Yüzyıl Divan Şiirinin Özellikleri

XVIII. yüzyılda, gazeller ve tarihler ile şarkı, tahmis, murabba, muhammes gibi musammatların sayısında artış olmuştur. Divanlarda, klasik şekillerin yanında heceyle yazılan şarkı ve koşmalar ile kaside, tarih, mesnevi, musammat ve gazeller arasında içeriğiyle dikkati çeken orijinal şiirler görülmeye başlamıştır. Bu asırda, iki veya daha çok şairin mısra ya da beyit beyit birlikte söyledikleri müşterek gazel sayısında da önemli bir artış olmuştur.

Sebk-i Hindî ile birlikte, sanatın hüner göstermeye dönüşmesi tarih, muamma ve lügaz türünde artışa sebep olmuştur. Tarihler genellikle kıta-i kebire şeklinde yazılmıştır. Gazel, bu asırda da en çok rağbet gören nazım şekli olmuş, geleneksel rindane, âşıkane ve dinî - tasavvufi neşveyle kaleme alınan gazellerin yanında, Hevayî ile birlikte hiciv ve hezl türünde yazılan gazellerde artmaya başlamıştır.

Musammatlar, şarkının gördüğü rağbet sebebiyle bu asırda divanlar içinde ön plana çıkmıştır. Önceki yüzyıllara göre mesneviler bakımından oldukça fakir olan bu asırda çift kahramanlı aşk ve macera konulu mesneviler itibardan düşmüş, dinî-tasavvufi mesnevilerde önceki döneme göre büyük bir azalma olmuştur. Buna karşılık, realist, orijinal mesnevilerin sayısı önceki döneme göre artmıştır.

Divan şiirinin kadim konuları, aşk, tasavvuf, rintlik ve tabiat, önceki asırdan itibaren artmaya başlayan mahallî konular, bu asırda da devam etmekle birlikte, şairlerin yüzü iç ve dış gerçekliğe daha fazla dönmüştür. Bu dönemde tasavvufi aşk birkaç temsilci dışında pek görülmemiştir. Kadim, her dem taze konu olan aşk, geleneksel soyut kalıplarından çıkıp Nedîm ve Enderunlu Fazıl gibi şairlerin elinde daha gerçekçi, yer yer müstehcenlik ve bayağılık boyutlarında ifade edilmeye başlamıştır. Yerli konular, gerek mesnevilerde, gerekse kaside nesiblerinde başarıyla sahnelenmiş, yer yer modern hikâyeleri andıran örnekler ortaya konulmuştur. Bunların yanında, yeni, orijinal benzetmeler, alışılmadık mazmunlar divanlardaki çizgi dışı söyleyişlerin sayısını ciddi bir şekilde artırmıştır.

Bu asırda, canlı ve konuşma diline daha yakın bir üslup şairlerce büyük bir rağbet görmüştür. Fakat bunlar, klasik üslup içinde birbirinden kopuk küçük parantezler olmaktan öteye geçememiş; klasik estetiğin geniş soluklu, gösterişli söyleyişi, asrın hâkim çizgisi olmaya devam etmiştir.

XVIII. asırda, bir taraftan Sebk-i Hindî’nin çetrefil üslubu devam ederken, bir taraftan da mahallî ve günlük konuşma diline açılmanın önem kazanması, Türkçe kelime ve deyimlerin artması, dilde önceki asırlara göre bir sadeleşmeye yol açmıştır. Bu asır, halk ağzına ait kelime ve deyimlerle, müstehcen, argo, hatta küfürlü sözler bakımından oldukça zengindir.

Halk zevkinin dili ve hayat tarzıyla şiire taşınması, Nedîm’de güçlü ve zarif bir senteze ulaşmış; fakat ondan sonra bu tarz incelik ve zarafetten yoksunlaşmış, yer yer bayağılık seviyesine düşürülmüştür. Folklorik üslubun yüzeyselliğine ve Sebk-i Hindî’nin aşırı zihniliğine tepki gösteren şairler ise, klasik estetiğe dönmeyi yeğlemişlerdir. Klasik üslup, bu asır şairlerinde büyük bir rağbet görmüştür. Dönemin en çok takipçi bulan şairlerinin başında Nabî’nin gelmesi sebebiyle; bu asırda hikemî üslup da, en verimli çağını yaşamıştır. Gerek klasik, gerekse folklorik üsluptaki yüzeysellik, zaman zaman tepkilere yol açmış, bazı şairler Sebk-i Hindî’nin sanatlı, külfetli üslubuna yönelmişlerdir. Hint üslubu, asrın bütün şairleri üzerinde etkisini göstermekle birlikte, Samî, Edip ve Şeyh Galip dışında önemli bir temsilci yetiştirememiştir.