YENİ TÜRK EDEBİYATINA GİRİŞ II - Ünite 7: 19. Yüzyılda Düşünce Akımları Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 7: 19. Yüzyılda Düşünce Akımları
Giriş
Bu ünitede temel olarak Tanzimat Dönemi’nde öne çıkan düşünce akımları kronolojik sırayla ele alınacaktır.
Osmanlıcılık
Osmanlıcılık, 1699 Karlofça Antlaşması’ndan itibaren, önce yavaş sonra hızla toprak kaybetmekte olan Osmanlı Devleti’nin çözülme ve çökmesini önleme yanında devletin yönetim şeklinde birtakım değişikliler yapmayı hedefleyen bir fikrî ve siyasi akımdır. Osmanlı Devleti’ni oluşturan bütün siyasi, etnik, dinî yapıları din, dil ve ırk farkı gözetmeksizin yasalar karşısında eşit kabul eden, adalet ve hürriyet içinde bir arada yaşamayı prensip edinen bir anlayıştır. Tanzimat’ın temsil ettiği değerler bir bütün olarak “Osmanlılık” ifadesinde toplanır. Osmanlılık bilinci Tanzimat’a kadar Osmanlı devlet sınırları dâhilinde yaşayanlarca belli belirsiz hissedilen bir duygu iken Tanzimat’la birlikte dönemin bürokratları ve aydınlarının gayretleriyle siyasi bir ideal hâlini alır. Modern ve ilerici birer hamle olarak kabul edilen Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı’nın da ana felsefesi din farkı gözetmeksizin oluşturulmaya çalışılan “Osmanlı vatandaşlığı” kavramıdır.
Tanzimat’ın üç büyük mimarından Mustafa Reşid Paşa 1834’te Paris’e ve sonra Londra’ya; Âli Paşa 1836’da Viyana’ya; Fuat Paşa 1840’ta Londra’ya gitmiştir. Çelebi Mehmet’in elçiliği ile başlayan ve akabinde eğitim için Avrupa’ya giden gençlerle devam eden Avrupa medeniyeti ile temas, Tanzimat Dönemi’nin fikrî çerçevesini çizen üç büyük Osmanlı paşasının yetişmesinde büyük rol oynamıştır.
Tanzimat Fermanı denilince akla gelen ilk isim kuşkusuz Mustafa Reşid Paşa (1800-1858)’dır. Osmanlı’da modernleşme ve Batılılaşma çabalarının kendisinden çok daha önceye götürülebilmesine rağmen Reşid Paşa âdeta değişimin sembolüdür. Osmanlı sınırları içinde çeşitli görevler ifa ettikten sonra Fransızca öğrenmesinin ardından Paris orta elçiliği (1834), Londra büyükelçiliği (1836), hariciye nazırlığı (1837) gibi çeşitli görevler yapan Reşid Paşa, 1838’de İngiltere ile bir ticaret anlaşması imzalar. Elçilik görevi sırasında Avrupa ülkelerini yakından tanıma fırsatı bulur. Gerilemeden kurtarmak istediği Osmanlı için II. Mahmut’a ıslahatlar yapılması gerektiğini telkin eder. Ancak ıslahatların çıkarlarına uymadığı bazı çevreler padişahı kışkırtarak onun görevden azline neden olur. Yeniden Londra büyükelçiliğine atanır. 1839’da II. Mahmut’un yerine Abdülmecit tahta çıkar. Yeni padişahı tebrik etmek için İstanbul’a döner ve Abdülmecit’i ıslahatın gerekliliğine inandırır. 3 Kasım 1839’da Gülhane Parkı’nda, Gülhane Hatt-ı Humayun’unu okuyarak Tanzimat Dönemi’ni başlatır. Bu tarihten sonra birkaç kez gidip geleceği sadrazamlık da dâhil olmak üzere Osmanlı Devleti’nin çeşitli kademelerinde görev alır. 23 Ekim 1857’de altıncı kez sadrazamlığa atandıktan iki ay sonra vefat eder.
Âli Paşa 1850’ye kadar Londra maslahatgüzarlığı, dışişleri bakanlığı müsteşarlığı ve bakanlığı gibi çeşitli görevler ifa ettikten sonra, bu tarihte Reşid Paşa’nın azliyle sadrazamlığa getirilir. Âli Paşa Fransız politikasına yakın durur. Osmanlı devlet yönetiminin Avrupa usullerine göre şekillenmesi gerektiği konusunda kararlıdır. Mustafa Reşid Paşa kadar ilerleme konusunda net ve tutarlı değildir. Meşrutiyet idaresine de karşıdır. Islahat Fermanı onun en çok eleştirildiği siyasi hareket olmuştur. Eleştirenlerin başında da aşırı Batılılaşma ve Avrupa devletlerine sıkı bağlılık gibi konulardan dolayı Reşid Paşa vardır. En büyük eleştiriyi ise elbette Genç Osmanlılar yapacaktır.
Tanzimat Dönemi’nin en önemli devlet adamlarından birisi Mithat Paşa ’dır. 1834’te Divan-ı Humayun Kalemi’ne girer. Devlet adamlığı süresince Batılı devletlerle ilişkileri hep iyi olacaktır. Birkaç defa gidip gelerek ifa ettiği sadrazamlık da dâhil olmak üzere çeşitli görevlerde bulunur. Mithat Paşa’nın tarih sahnesindeki en büyük rolü siyasi ve mali çöküşten sorumlu tuttuğu Sadrazam Mahmut Nedim Paşa’yı protesto için istifa edip köşesine çekilmesiyle başlayan muhalif tutumudur. Süreç Abdülaziz’in tahttan indirilip II. Abdülhamit’in tahta geçirilmesi ve Kanun-ı Esasi’nin hazırlanmasıyla devam eder. Daha henüz Abdülaziz Dönemi’nde Abdülaziz’in keyfî yönetim tarzına eleştiriler getirmeye başlayan Mithat Paşa, bir millet meclisi teklifi de dâhil olmak üzere çeşitli görüşler ileri sürer. Konuyla ilgili bir de layiha hazırlamakta olduğunun saray tarafından duyulmasının ardından şimşekleri üzerine çeker. Çekildiği köşesinde bürokrat, asker ve dönemin ileri gelenlerinden bazı kişilerle yeni anayasa fikrini tartışır. Yeni anayasanın, bir başka deyişle meşrutiyetin önündeki en büyük engel olan Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde dahli olduğu düşünülür. Saltanata geçmeden önce “Kanun-ı Esasi” pazarlığı da yaptığı II. Abdülhamit’in tahta çıkmasına ön ayak olur. II. Abdülhamit tahta çıktıktan hemen sonra Mithat Paşa ve muhafazakâr Cevdet Paşa’nın (1822-1895) şiddetli tartışmalar ve ayrılıklarına rağmen yeni anayasa, Kanun-i Esasî 23 Aralık 1876’da yürürlüğe girer. Mithat Paşa tıpkı diğer Tanzimat aydınları gibi devletin ve milletin içinde bulunduğu siyasi, sosyal ve ekonomik buhrandan çıkış yollarını arar. Devlet yönetiminin bir an önce kanunsuzluktan ve keyfilikten kurtulması gerektiğine inanır. Başta gayrimüslim ayrılıkçılığı olmak üzere ekonomik ve idari meselelerin çözüm yolu ise hiç kuşkusuz “meşrutiyet”ten geçmektedir. Meşrutiyet ideali Mithat Paşa’nın kişiliğinde sembolleşmiştir. Mithat Paşa ilericiliğin, aydınlığın, modernliğin simgesi kabul edilir.
Mithat Paşa’nın siyasi düşüncesi üç ayaklı bir temel üzerine oturur: Osmanlıcılık, meşveret/meşrutiyet ve genişletilmiş bir adem-i merkeziyet (yerinden yönetim). Mithat Paşa medeniyet ve terakki, ulûm ve fünûn, kanun ve hürriyet gibi hususlarda tipik bir Tanzimat adamıdır. İslamiyet’le barışıktır. Osmanlıcılık (İttihat-ı Osmani) siyasetine ve müsavat (eşitlik) prensibine yürekten bağlıdır; bu bağlılığını icraatıyla da ispatlamıştır. Mithat Paşa, iki ay bile sürmeyen sadrazamlık görevinden cumhuriyet ilan edeceği gibi söylentiler yüzünden azledilir.
Tanzimat ve Osmanlılık zihniyetinin gerek gazetecilik gerek edebî faaliyetleriyle döneme yayılmasını sağlayan en önemli isimlerden birisi Şinasi’ dir. Modern Türk edebiyatının başlangıcı kabul edilen Şinasi, Fransızcadan tercüme ettiği şiirleri Tercüme-i Manzume adı ile bastırır. 1860’ta Agâh Efendi (1832-1887) ile birlikte ilk özel Türk gazetesi olan Tercüman-ı Ahvâl’i yayımlar. İlk modern tiyatro örneği olan Şair Evlenmesi adlı komediyi de burada aynı yıl tefrika eder. 1862’de Tasvir-i E-âr gazetesini bu defa tek başına yayın hayatına sokar. 1865’te atasözü derleme çalışması olan Durûb-ı Emsâl-i Osmaniyye’yi bastırır.
Şinasi, Türk edebiyatında aklın ve akılcılığın Tanzimat Dönemi’ndeki en önemli temsilcisi olarak kabul edilir. Şinasi’yi akılcılığa sevk eden amillerin başında hiç kuşkusuz 1848 Devrimi sonrasında Fransa’da bulunuşu gelir. Şinasi, Paris yıllarında Avrupa’nın önde gelen edebiyatçılarının ve sosyologlarının fikirleriyle tanışma imkânı bulmuştur. Şinasi’nin Paris’te kurmuş olduğu siyasi ve edebî ilişkilerden edindiği fikirler, ülkeye döndükten sonra yavaş yavaş kendi edebî faaliyetlerine yansır. Atasözlerini toplamaya başlaması, Türkçe sözlük yazma girişimi ve gazetecilik faaliyetlerine başlaması hep Fransa’da edindiği tecrübelerin neticesidir. Ardılları olan Namık Kemal ve Ziya Paşa’ya göre daha seküler bir dünya ve siyaset anlayışına sahiptir. Bu bakımdan Cumhuriyet Dönemi’nde resmî devlet politikası olacak laiklik ve ulusçuluğun temellerinin aslen Şinasi tarafından atıldığını söylemek yanlış olmaz. Şinasi “Yeni Osmanlılar” hareketini başlatan kişidir. Mustafa Fazıl Paşa’nın maddi desteğiyle Tasvir-i Efkâr’ı yayımlamaya başladıktan sonra Şinasi’nin Yeni Osmanlı düşüncesinin gelişimine en büyük etkisi yine gazetecilik faaliyetleriyle olmuştur.
İslamcılık
İslamcılık, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı aydınları tarafından ve ilk defa “Yeni Osmanlılar” arasında dile getirilmeye ve tartışılmaya başlanmış bir ideolojidir. İslamcılık düşüncesi “asr-ı saadet” düşüncesine dayanır. Bozulan devlet düzeninin İslam’ın altın çağı olan Hz. Muhammed ve dört halife dönemlerinin nizam anlayışına yeniden döndürülmesini hedefler. Ekonomik, sosyal ve siyasal çökmenin sebebini mutlak doğru devlet yönetimi olan asr-ı saadetle sabitleyen İslamcılık anlayışı, bu bakımdan nizam arayışındadır. Kötü gidişe inananlarca kurulacak kurumların ve yapılan yayınların birçoğunun adında “nizam” kelimesinin geçecek olması buna işarettir. Osmanlıcılar ve ileride kuvvetlenecek Türkçüler gibi İslamcılar da imparatorluğun iktisadi ve ahlaki yönden çöküntü içinde olduğuna inanır ve diğer ideolojiler gibi İslamcılık da temelde modernist bir akımdır. Osmanlı nüfusunun büyük çoğunluğunun Müslüman oluşu İslamcılık akımının imparatorluğun bekasını kendi varlığında gören diğer akımlardan daha kuvvetli bir yapıya sahip olmasına sebep olur. İslamcılık akımının diğer akımlardan daha reaksiyonel olmasının bir sebebi de Batı tarafından hor görülen Doğu’nun mensubu olduğu dinin de aşağılanmaya başlanmasıdır. Dolayısıyla İslamcılığın ortaya çıkmasını sağlayan temel dürtü başlangıçta kendini Batı’ya karşı savunmadır. Savunmadan sonra Müslümanlar arasında birliğin sağlanması aşamasına geçilebilecektir. Yeniden “güçlü ve bir” hâle gelmenin hayalleri kurulacaktır.
İslamcılık akımının ortaya çıkmasının dış sebeplerinin yanında bir de iç sebepleri vardır. 1860’lardan sonra Tanzimat Fermanı’nın ve bilhassa onu takip eden Islahat Fermanı’nın imparatorluk dâhilindeki gayrimüslimlere tavizler verdiğine inanan bir aydın kitlesi oluşmaya başlar. Onlara göre fermanlar, Avrupa’nın baskıları neticesinde toplumsal ve siyasi meselelerde gayrimüslimlerin kayırılmasına yol açmış ve son tahlilde asli unsur olan Müslümanların ikinci sınıf konumuna itilmesine neden olmuştur. Bu kitle Yeni Osmanlı hareketi adı altında daha sonra örgütlü bir hâle gelecektir.
1860 sonrası yıllar Osmanlı siyaset sahnesinin hareketlendiği ve o zamana kadar örneği görülmeyen birtakım faaliyetlerin başladığı yıllardır. Bu dönemde meydana çıkan Yeni Osmanlı düşüncesi daha sonra II. Jöntürk hareketine, Türkçülüğe ve oradan da Cumhuriyet’e kadar uzanacak bir sürecin başlangıcı olacaktır. Yeni Osmanlılar hem Türkçe okuyan halkın entelektüel donanımının Aydınlanmacı kısmının fikirlerini hazırlayan ilk insanlardı ve hem de bu fikirlerle İslam arasında bir sentez meydana getirmeye çalışan ilk düşünürlerdi.
Bu ortam içinde, Babıâli’nin imparatorluk içindeki ve dışındaki Müslümanlara yönelik politikasına tepki olarak “İttihat-ı İslam” formülü gündeme gelir ve tartışılmaya başlanır. 19. yüzyılın yaygın ve etkili (İttihat-ı Islav ve İttihat-ı Cermen gibi) Pan hareketlerinden ilham alan İttihat-ı İslam/Pan-İslamizmin iki ana kaynağı vardır. Biri Osmanlı kamuoyunda ortaya çıkan muhafazakâr tepki, diğeri İslam dünyasının sömürgeleşmesi sonucu olarak dünya Müslümanları nezdinde hilafetin öneminin ve buna mukabil Osmanlı Devleti’nden yardım taleplerinin artmasıdır.
İmparatorluğun kurtuluşu için ilk tartışılan fikir Osmanlıcılıktır. Ancak Osmanlıcılık fikri Balkan ve Arap milliyetçiliği karşısında çok uzun süre yaşayamaz. Bunu gören Osmanlı aydını imparatorluğu İslam şemsiyesi altında toplamayı daha pratik bulur. Çünkü imparatorluğun büyük çoğunluğu İslam dinine mensuptur ve bunun da ötesinde kültürel birliktelik, yaşam benzerliği, dava kardeşliği durumu vardır. İslamcılık düşüncesi İslam dünyasının farklı noktalarında çeşitli isimler ve bu isimlerin temsil ettiği çevreler ekseninde gelişmeye başlar. Cemaleddin Afganî (1838-1897) ve Muhammed Abduh (1845-1905) Mısır’da; Seyyid Ahmet Han (1817-1898) ve Seyyid Emir Ali (1849-1928) Hindistan’da İslamcılık düşüncesinin temellerini atarlar. Türkiye’de ise Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi, Mizancı Murat gibi Tanzimat yazarları tarafından tohumları atıldıktan sonra Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad, Volkan vb. dergilerde toplanan yazar, şair düşünce ve din adamları tarafından etkili olarak II. Meşrutiyet Dönemi’nde güçlenir.
19. asırda Tanzimat Dönemi aydınları tarafından fikrî düzlemde tartışılmaya başlanan İslamcılık düşüncesi, 31 Mart döneminde Volkan Gazetesi çevresinde toplananlarca Derviş Vahdetî liderliğinde dinden kopmaya başladığını düşündükleri İttihat ve Terakkiye karşı bir tavırla pratiğe de ulaşmış; Balkan Savaşları’ndan Cumhuriyet’e kadar yeniden teorik olarak tartışılır olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı topraklarının küçülerek bugünkü sınırlarına kadar gerilemesi İslamcılık düşüncesinin Müslümanları tek bayrak altında toplama gayretini de kendiliğinden bertaraf etmiştir. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e kadar bu düşüncenin edebiyattaki en büyük savunucusu Mehmet Akif Ersoy olacaktır.
Türkçülük
Türkçülük ve Türk milliyetçiliği de aslında İslamcılık gibi tepkiseldir. Yunanistan’ın bağımsızlık ilan etmesine ek olarak 1881’de Tunus’un Fransızlar; 1882’de Mısır’ın İngilizler tarafından işgal edilmesi daha sonra Arnavutların muhtariyet talepleri gibi olaylar milliyetçilik duygusunu özellikle askerî çevrede körükleyen gelişmeler olmuştur. Ayrıca Avrupa için Osmanlı’yı parçalamanın en kolay yolu Türkleri kötülemektir. Bu yolda Türklerin sarı ırktan ve Turanlı olmasının yanı sıra göçebe, barbar ve ilerleme düşmanı olduğu imgesi oluşur. Suçlamalar karşısında tıpkı İslam’a yöneltilen tarizlere Namık Kemal’in, Ahmet Mithat’ın savunma hâlini alması gibi bu dönemde de Türklere yönelen tarizleri savunacak bir cephe oluşmaya başlar. Bunlar da Türkçüler olacaktır. Elbette Avrupa topyekûn Türkleri karalamaz. Hatta 18. ve 19. asırda Türklerin köklerini araştıran ve erdemli yanlarını anlatan bazı Avrupalı Türkologların çalışmaları, savaşlarla bunalmış Türk halkına motivasyon kaynağı olur. Türklük bilincini oluşturması sebebiyle Türkçülük cereyanının gelişmesinde Avrupalı Türkologların bu bakımdan önemi büyüktür.
Batılı bilim adamlarının çalışmaları çökmekte olan imparatorluğun içinde duygusal bir motivasyona ihtiyacı olan Türk aydını için bir çıkış olmuştur. Oryantalist bilim adamlarının açtığı yol ve metotlarla bu defa Türk aydınlarının kendi öz kültürünü keşif yolculuğu başlar. Türklerin yönünü Orta Asya’ya çevirmesinin sebeplerinden birisi de Orta Asya ile yeni yeni gelişmekte olan yakın siyasi ilişkilerdir. Rusya duhulündeki yerlerden Osmanlı’ya dâhil olan Türkçü aydınlar, Türkçülüğün gelişmesinin en önemli amili olacaktır. İsmail Gaspıralı (1851-1914), Ağaoğlu Ahmet (1869-1939) ve Yusuf Akçura’nın (1876-1935) başı çektiği Türkçülüğün bu sembol isimleri, Ziya Gökalp (1876-1924) ve Cumhuriyet’e giden süreçte Türk milliyetçiliğinin sistematik bir hâl alması noktasında yapı taşlarıdır.
Türklük mefhumu henüz bilinçli ve taammüden girişilen bir çaba olmasa da Yeni Osmanlılar içinde filizlenir. Yeni Osmanlılar fikirlerini yaymak için ulaşmak zorunda oldukları halkla iletişime geçmek adına o güne kadar suni bir hâl almış divan edebiyatı dilinden uzaklaşmak ve sade bir dille yazmak zorundadırlar. Şinasi’nin ve Namık Kemal’in dilin sadeleşmesi yönündeki girişimleri milliyetçiliğin tohumlarının atılması olarak değerlendirilebilir. Bu dönemde ayrıca Lehçe-i Osmanî’nin yazarı Ahmet Vefik Paşa’nın çabaları, Kanunı Esasi’de de Türkçenin resmî dil olarak kabul edilmesi, Şemsettin Sami’nin Kamus-ı Türkî (1901) ve Kamus-ül Âlâm (1889) adlı eserleri, Şemsettin Sami’nin çıkardığı Sabah gazetesinde dil, imla, tarihleme gibi yenilikleri, Jön Türklerin öncü isimlerinden olan Mizancı Murat’ın Tarih-i Umumi eseri gibi birtakım çabalar dikkat çeker.
Osmanlı dilinin, Türkçenin köklerini arayış çabaları beraberinde dilin Arapça ve Farsçadan ve doğal olarak da edebiyatın Arap ve Fars edebiyatlarının etkisinden kurtarılarak bağımsız ve millî olması tartışmalarını getirmiştir. Ancak gelenekçi ve eski edebiyat yanlıları Arap ve Fars edebiyatlarıyla birer kaynak olarak ilişki kesildiğinde geriye bir şey kalmayacağını iddia ederler. Namık Kemal ve Ziya Paşa arasında gelişen Harabat tartış- ması bunlardan biridir. 19. asrın bu gayretleri millî edebiyatın yapısını oluşturacak Genç Kalemler hareketinin “Yeni Lisan” anlayışına temel oluşturacaktır. Mehmet Emin Yurdakul’un yüzyılın sonunda 1899’da yayımladığı Türkçe Şiirler’i Türkçülük şuurunun sembol eseri olarak değerlendirmek gerekir. 1897 Yunan Harbi’nin yarattığı romantizm millî duyguların kabarmasına yol açar. Asır (Selanik) gazetesinde aynı yıl yayımlanan “Anadolu’dan Bir Ses yahut Cenge Giderken” başlıklı manzume Türkçe kelimeler ve heceyle yazılması itibarıyla coşkulu karşılanır. Daha sonra bunlara dokuz şiirin eklenmesi ile Mehmet Emin’in “Bir Türk’e nasıl yazmak gerekiyorsa öyle yazdım” dediği Türkçe Şiirler çıkar. Mehmet Emin, Millî edebiyatın zihniyetini ortaya koyan bu şiirleriyle bir anlamda artık hâkimiyetin Türkçülerin eline geçtiğini de ilan eder. Dilin sadeleşme serüvenini geniş olarak düşünürsek kültürel manada bir öze dönüş olarak değerlendirmek gerekir. Dilin Arap ve Fars etkisinden kurtarılması kültürün de bu etkiden kurtulması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Tanzimat Dönemi’nden itibaren özellikle roman sahasında konuların yerlileştiği ve kendi kültürel kodlarından ilham aldığı görülecektir.
Türkçülük ideoloji olarak İttihat ve Terakki Cemiyetinin içinde anlam bulacaktır. Sürgündeki meşrutiyet yanlısı Jön Türkler 1890’lardan sonra ülkeyi uyguladığı otokratik rejimle, istibdatla yaşanmaz bir hâle getirdiğini düşündükleri Abdülhamit’e karşı saflarını sıklaştırır. Jön Türk muhalefeti bir adım öteye geçerek 1895’te karşımıza İttihat-ı Osmani Cemiyeti olarak çıkar. Hareket başlangıçta bir öğrenci derneği biçimindedir. İmparatorluğu iç ve dış düşmanlarına karşı korumak adına ana vatan ve anayasa için ortaya çıkmışlardır. Gaye Abdülhamit’in tahttan indirilmesidir. Ancak çok geçmeden jurnallenirler ve ifşa olurlar. 1900’e gelindiğinde ise birçok Harbiye öğrencisi Jön Türklük faaliyetlerinde bulunduğu gerekçesiyle okuldan uzaklaştırılır. Kurucuları da dâhil olmak üzere kendi içinde çeşitli etnik kimliklerden isimleri barındıran cemiyet, bu yapıları bir arada tutma adına Osmanlıcılık zihniyeti içinde meşrutiyet ideali ile ortaya çıkar. Ancak 1900’lerden sonra cemiyet içinde tartışılmaya başlansa ve özellikle ordu içinde gelişse de Türkçülük II. Meşrutiyet’e kadar İTC’nin Osmanlılık zihniyetinin gerisinde kalır. Türkçülük, II. Meşrutiyet’ten sonra hâkimiyet alanını genişletir. Sonuç olarak 19. asrın ikinci yarısından itibaren dil ve kültür alanında başlayan millîleşme hareketinin, kısa bir süre sonra aydınlar ve onlardan sonra halk arasında bir uyanışa yol açtığı ve hareketin siyasallaşarak bir ideoloji hâlini aldığını söylemek mümkündür.
Batıcılık
Osmanlı Devleti’nde Batılılaşma çabalarını modernleşme içerisinde değerlendirmek gerekir. Viyana yenilgisine kadar Osmanlı hep ilerleme içinde olmuştur. Askerî, ekonomik ve kültürel olarak Batı karşısında kendini hep güçlü ve üstün hisseder. Bu bakımdan Avrupa’daki Rönesans, reform, hümanizm hareketlerinin yakın takipçisi olmamıştır. İlk toprak kayıplarıyla birlikte biraz kendine gelmeye başlasa da Osmanlı yenilgileri sadece Batı’nın askerî üstünlüğüne hamleder ve medeniyet olarak hâlâ kendi üstünlüğü noktasında kararlıdır. Bunun için de ilk yenileşme hareketleri askerî alanda olur.
Avrupa ise Rönesans’tan beri yaşamın değiştiğinin farkındadır. Yeni Çağ Avrupalıda kendi hayat tarzının üstünlüğüne dair bir bilinç doğurur. Osmanlı, savaşlardaki yenilgilerin devam etmesi üzerine durumun salt askerî üstünlükten kaynaklanmadığı düşüncesiyle ikinci aşamada Batı medeniyetinin mevcut hâlini sağlayan dinamikler üzerine eğilmeye başlar. 28 Çelebi Mehmet’in elçi olarak görevlendirilmesinin ardından elçilik ya da öğrenim görmek üzere Avrupa’nın çeşitli yerlerine gidip Batı ile temas kurduktan sonra onların üstünlüğünü görenlerin sayısı gittikçe artar. Kısa zaman sonra Batı karşısında medeni olarak geri kalmışlık Osmanlı aydını tarafından daha net dillendirilen bir şey olur. Tanzimat Dönemi ise artık taammüden Batılılar gibi olmaya başlamak istediğimizin resmî bir göstergesidir.
Devlet karşısında bireyin hak ve özgürlüklerinin varlığını ortaya koymak gibi Tanzimat Dönemi’yle başlatılan ıslahat çalışmaları Batılılaşmanın en önemli göstergeleridir. İlk hedefse anayasal bir düzen kurmaktır. Ancak her ıslahat çabası, ardından öz kültürden kopmaya başladığımıza dair eleştirileri beraberinde getirir. Tam bu noktada çoğu Osmanlı aydını Cumhuriyet’e kadar uzanan süreçte modernleşmeden yanadır ancak modernleşmenin nasıl olacağı ve derecesinin ne olacağı konusunda tartışmalar başlar. Kimisi Batı’nın sadece teknolojisinin alınıp kültürünün bırakılmasını isteyen sentezci bir anlayışa kimisi külliyen Batı dairesine girmenin yok oluş anlamına geleceğine inanan retçi bir anlayışa kimisi de ilerlemek için topyekûn Batı dairesine girmemiz gerektiğini ileri süren radikal bir anlayışa sahiptir. Başta Osmanlıcılar olmak üzere Batıcılık her akımın kabul ettiği bir yöneliştir ve herhangi bir akımın tekeline alınamaz.
Tanzimat Dönemi’ndeki aydınların düşünceleri Meşrutiyet Dönemi’ndeki Batıcıların toplandığı İçtihad’daki Abdullah Cevdet gibi yazarların dile getirdikleri kadar keskin değildir. Dile getirmek isteseler bile henüz ortam buna müsait değildir. Bu yüzden mutlak Batıcılar bu dönemde rasyonalizm ve pozitivizm âşıkları olarak karşımıza çıkarlar.
Batılı manada ilk tarihçi kabul edilen Ahmet Cevdet Paşa’nın bu sahadaki eseri 12 ciltlik Tarih-i Cevdet’tir. Eğitim kurumlarının ıslahına yönelik çalışmaları yanında yeni eğitim kurumlarının açılması, her kademe için okul kitaplarının basılması gibi gayretleri olan ve Mecelle’yi de kaleme alan Paşa’nın Türk düşün dünyasına belki de en büyük katkısı Türkçenin bir bilim dili olabileceğine dair yazı ve görüşleridir. Münif Paşa ise Cevdet Paşa’dan biraz farklı olarak siyasetin içindeki değil kültürel ve ilmî sahadaki faaliyetleri ile Batıcı düşüncenin gelişiminde rol oynamıştır. Mıknatıs, barut, telgraf vb. gelişmelerin sadece teknolojik icatlar olmakla kalmayıp toplumsal değişimi de tetiklediğini düşünür. Yazılı ve sözlü her türlü faaliyetin gençlere bilim sevgisi aşılaması gerektiğine inanır. Batıcılık anlayışı ağır basan ve 19. Yüzyılda topluma bu konuda yön veren diğer kişiler arasında Şinasi, Sadullah Paşa ve Beşir Fuad bulunmaktadır.