TEMEL İNSAN HAKLARI BİLGİSİ II Dersi İnsan Hakları Kavramının Tarihi Gelişimi soru detayı:

PAYLAŞ:

SORU:

Hristiyanlık anlayışına göre Orta Çağ'da insan hakları nasıl gelişmiştir?


CEVAP:

Orta Çağ Hristiyan dünyasının siyasal yapısı feodalitedir. Bu yapı içerisinde yönetilenler yöneticilere karşı hizmet ve sadakatle, yöneticiler de yönetilenlerin mal ve can güvenliklerini korumakla yükümlüdürler (Ünal, Temel Hak ve Özgürlükler ve İnsan Hakları Hukuku, s.26). Bu sistem içerisindeki fiili durumda ise feodal senyörler dışındaki insanlar için hiçbir hak ve özgürlük söz konusu değildir. Eski Çağ’ın kölelik müessesesi serf’lik şekline bürünerek bu çağda da devam etmiştir. Serfler “derebeylik toplum düzeninde toprakla birlikte alınıp satılan köle”lerdir. Derebeylik sisteminin getirdiği feodalizme göre serfler, hukuki bakımdan diğer insanlardan tamamen farklı bir hüviyete sahiptirler. Bu hüviyete göre serflerin hakları yok denecek kadar azdır. Dönem içerisinde insanlığa ve Hristiyanlığa aykırı bir kurum olan “serflik” müessesine karşı kilise de sesini yükseltmemiştir. Hristiyanlığın emrettiği şeylerden ve Hristiyanlık inancından uzak bir şekilde papazlar dünyevi iktidar peşinde koşmuşlardır. Bu dönemde kilise devletin baskısının yanında kendi baskı mekanizmasını kurmuştur. Engizisyon ahkemeleri dönemin anlayışına karşı yükselen sesleri bastırmak amacı ile kullanılmıştır. Diyebiliriz ki Orta Çağ’ın bu feodal döneminde insanlar bir yandan derebeyinin öbür yandan da kilisenin baskısı altında her türlü hürriyetten yoksun olarak yaşamaya devam etmişlerdir. Orta Ççağ bugün anladığımız manada insan haklarından, hürriyetten söz edebilmek için erken bir dönemdir. Orta Çağ’da feodal yapı içerisindeki senyörler ile krallar arasında uzun süren güç savaşları yaşanmıştır. Bu savaşlardan zaferle ayrılan krallar olunca 13. yüzyıldan itibaren Kara Avrupa’sında monarşiler devri başlamıştır. Orta Çağ’ın bu dönemine insan hakları penceresinden bakacak olursak görülecektir ki bu yaşanan siyasi olay kişilere hakları bakımından pek de fazla bir şey katmamıştır. Monarşi dönemi ile birlikte feodalite zamanında bölünmüş ve parçalanmış olan otorite yeniden tek elde birleştirilmiş ve Eski Yunan ve Roma’da olduğu gibi ülkenin tümünü ve topluluğun bütün fertlerini bağlayan merkeziyetçi bir iktidar yeniden oluşturulmuştur. Bu dönemde monark krallar iktidar yetkilerini Tanrı’dan aldıklarını ve bu yetkilerini sınırlayacak kuralların yeryüzünde bulunmadığı varsayımından hareket etmişlerdir. Kral kendisinden üstün veya kendisine eş hiçbir kudret tanımayan tam bir hükümranlığa sahiptir. Kralın otoritesinin bu denli sınırsız kabul edilmesinin yanında mutlakiyetçi Bodin ve Bossuet, bu otoritenin ve egemenliğin büsbütün başıboş bırakılmadığını da söylemektedirler. Orta Çağ’da doğal hukukun temsilcisi St.Thomas da aynı doğrultuda monarşiyi en iyi yönetim şekli olarak kabul ederken bu yönetimin ılımlı olması gerektiğini savunmuş ve kralın Tanrı’dan aldığı yönetme kudretini kullanırken hata yapması durumunda halkın başkaldırma hakkının olduğunu, bunun isyan sayılamayacağını söylemiştir (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s.23-25; Gözlügöl, s.41; Ünal, Temel Hak ve Özgürlükler ve İnsan Hakları Hukuku, s.26). Yeryüzünde beşeri bir sınırlama kabul etmeyen kralın otoritesinin sınırını ilahi kanunlarla, tanrı iradesi ile sınırlamışlardır. Buna göre eğer hükümdarlar Tanrı’nın iradesine karşı gelip günah işlemek istemiyorlarsa ilahi kanunlara saygı göstermeli ve onlara boyun eğmelidirler (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s.29). Fakat hükümdarların otoritelerine getirilen bu sınırlamalar fertler lehine hiçbir hak yaratmayan sınırlamalardır. Sonuçta ilahi kanunlara, Tanrı’nın emirlerine itaat etmek siyasal iktidarın sahibi hükümdarlar için dinî bir vecibe idi. Ama yine de denilebilir ki Orta Çağ’ın bu dönemi, en otoritenin bir şekilde de olsa sınırlandırılmasını öngörmesi ile bireysel haklar doktrininin gelişmesine belli bir katkıda bulunmuştur (Savcı, s.17; Gözlügöl, s. 41). Diğer taraftan Orta Çağ boyunca süregelen çatışmalar kilise, kral ve halk arasında bazı itilaf ve ittifaklara yol açmıştır. Bu ittifak ve ihtilaflar sonucu kral, halk ve derebeyleri arasında yapılan antlaşmalar insan haklarının sonraki yüzyıllardaki gelişimine kaynak olmuştur. Böylece kazanılan her hak ve özgürlük bir sonrakini davet etmiş ve ona zemin hazırlamıştır (Gözlügöl, s. 41).