TEMEL İNSAN HAKLARI BİLGİSİ II Dersi İnsan Hakları Kavramının Tarihi Gelişimi soru detayı:

PAYLAŞ:

SORU:

İnsan haklarının korunmasında nasıl bir evrensel sistem işler?


CEVAP:

İnsan haklarının uluslararasılaşması ve dolayısıyla uluslararası insan hakları hukukunun ortaya çıkması Birleşmiş Milletlerin kurulmasıyla gerçekleşmiştir, denebilir. Birleşmiş Milletlerin kurulması ayrıca, insan haklarının korunmasında bölgesel mekanizmaların kurulmasının da önünü açmıştır. Bu bakımdan insan haklarının korunmasında “evrensel sistem” deyişi uluslararası insan hakları hukuku açısından Birleşmiş Milletler sistemini kasteder. İnsan haklarının uluslararası alanda korunması anlayışının II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkması bir tesadüf sayılmaz. II. Dünya Savaşı’nda mücadele edilen faşist ve nasyonel-sosyalist ve benzeri otoriter, totaliter tehditlerin bir daha ortaya çıkmasının engellenmesi amacı, insan hak ve özgürlüklerinin ulusal olduğu kadar uluslararası düzlemde de tanınması ve korunması sürecini doğurmuştur (Gemalmaz, s. 4). Bu çerçevede insan haklarına saygının geliştirilmesi II. Dünya Savaşı sonrasında yeni kurulacak uluslararası sistemin temeline yerleştirilmeye çalışılmıştır. Bu yaklaşım, Birleşmiş Milletler örgütünün doğuşunda etkili olmuştur (Gölcüklü-Gözübüyük, 4). İşte bu çerçevede, daha henüz II. Dünya Savaşı devam ederken insan haklarının uluslararası düzlemde korunmasının önemine, hatta gerekliliğine işaret eden birtakım adımlar atılmıştır. Bilhassa Amerika Birleşik Devletleri (ABD) savaş sonrasında kurulacak düzenin tasarlanmasında insan haklarına saygıyı adeta bir araç olarak kullanmayı düşünmüştür, denilebilir (Birinci, s. 63). Bu doğrultuda Birleşmiş Milletlerin kurulmasına giden bu yolda birinci adım olarak dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Franklin Roosevelt’in “Dört Özgürlük Üzerine Konuşması”ndan bahsedilebilir. Başkan Roosevelt daha savaş devam ederken, ABD savaşa girmeden yaklaşık bir yıl kadar önce, Ocak 1941’de Amerikan Kongresine hitaben yaptığı tarihî konuşmasında şunları söylemiştir: “Tehlikelerden korumaya çaba harcadığımız önümüzdeki günler için, dört temel insan özgürlüğü üzerine kurulu bir dünya bulacağımızı umuyoruz. İlki, dünyanın her yerinde, konuşma ve ifade özgürlüğüdür. İkincisi, dünyanın her yerinde, her kişinin Tanrı’sına kendi istediği biçimde tapınması özgürlüğüdür. (ibadet özgürlüğü) Üçüncüsü dünyanın her yerinde, bir şey istemekten azade olmak özgürlüğüdür. Bu yoksulluktan kurtulma özgürlüğüdür ki bu, her ulusa kendi vatandaşları için sağlıklı bir barışçıl yaşamı temin edecek ekonomik yakınlaşmanın kurulması anlamına gelir. Dördüncüsü, dünyanın herhangi bir yerinde, korkudan azade özgürlüğüdür ki bu, hiçbir ulusun herhangi bir komşusuna karşı fiziksel saldırı eylemi gerçekleştirmek durumunda olamayacağı bir noktaya ve davranış aşamasına gelenek sürecek dünya çapında etkin ve tam bir silahsızlanma anlamına gelir.” Bu gelişme ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrası dönemde insan haklarının uluslararası seviyede korunmasının, uluslararası barış ve istikrarın sağlanmasının önemli bir bileşeni olduğuna olan inancını göstermiştir. Başkan Roosevelt bu doğrultuda bu dört temel özgürlük üzerine kurulmuş bir dünya düzeninin doğacağı günü özlemle beklediğinin altını bahsettiğimiz konuşmasında çizmiştir (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s. 61). Başkan Roosevelt böylesi bir dünya düzeninin kurulmasının yolu olarak insan haklarının ulusal seviyede korunmasının ötesinde hak ve özgürlüklerin uluslararası hukuk tarafından da korunması gerektiğini savunmuştur (GiritliGüngör, s. 56). Hatta ötesinde Başkan Roosevelt savaş sonrası dönem için bir insan hakları bildirgesinin hazırlanması imkânının araştırılmasını da istemiştir (Waltz, s. 439). Bu dönemde insan haklarının uluslararasılaşması fikrinin kökenlerinin ABD kaynaklı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Benzer şekilde sadece ABD değil İngiltere başta olmak üzere diğer Batılı devletler de insan haklarının uluslararası seviyede korunması konusunda aşağı yukarı aynı fikirleri savunmaya başlamışlardır. Birleşmiş Milletlerin kurulmasına ve insan haklarının uluslararasılaşmasına giden yolda ikinci adım Başkan Roosevelt’in “Dört Özgürlük Üzerine Konuşması”ndan yaklaşık yedi ay sonra Ağustos 1941’de hayata geçirilen “Atlantik Şartı”dır. Şart ABD’nin ve İngiltere’nin ortak bir deklarasyonudur. Uluslararası hukuk açısından değerlendirildiğinde bu belge iki güç arasında bir antlaşma değildir, bu belge daha çok iki ülkenin ulusal politikalarındaki ortak ilkelerin dünya için daha iyi bir gelecek umuduyla dünyanın geri kalanı ile paylaşılmasıdır. “Birleşmiş Milletler” terimi de ilk kez bu şartta dile getirilmiştir. Şartın ilanı ABD’nin Newfoundland Rıhtımı’nda demirli bir Amerikan savaş gemisinde bir araya gelen ABD Başkanı Roosevelt ile İngiltere Başbakanı Churchill tarafından ilan edilmiştir. Bu şart Birleşmiş Milletlerin kurulmasına giden yolu açmasının yanında insan haklarının uluslararasılaşması açısından ufak da olsa ilk adım olarak değerlendirilebilir (Gemalmaz, s. 5). Toplamda sekiz madde olan Şart, insan hakları gözlüğüyle incelendiğinde iki cümle dikkati çeker; bunlardan ilki Şartın üçüncü cümlesinde ABD ve İngiltere tüm halkların, idaresi altında yaşayacakları yönetim biçimini seçme hakkına saygı gösterileceklerini ve egemenliklerinden ve kendini yönetmek hakkından zorla yoksun bırakılan halklara bunların geri verilmesini arzuladıklarını belirtmişlerdir. Ayrıca bu şart, tarafların kaleme aldıkları sekizinci cümlelerinde Nazi tehdidinin nihai olarak ortadan kaldırılmasının ardından, tüm uluslara kendi sınırları içinde güven içinde yaşama olanağı vermekte, ulusların korkudan ve yoksulluktan kurtulmuş şekilde yaşam sürmelerini güvence altına alacak bir barışın kurulmasını umut etmektedir. Ayrıca Şartın dördüncü maddesinde dünya ticaretine ve temel kaynaklara katılım hakkından söz edilirken, yedinci maddesinde de açık denizleri ve okyanusları engelle karşılaşmadan geçme hakkından söz edilerek ekonomik ferah hakkına göndermeler yapılmıştır. ABD ve İngiltere’nin ortaklaşa ilan ettiği Atlantik Şartından sonra Birleşmiş Milletlerin kurulmasına ve insan haklarında uluslararasına doğru giden yoldaki üçüncü adım Ocak 1942’da ilan edilen “Birleşmiş Milletler Bildirisi”dir. Bildiri Almanya, İtalya ve Japonya’ya karşı savaşan 26 devlet tarafından ABD’nin başkenti Washington DC’de imzalanmıştır. Bildiriye daha sonra katılan devletler arasında olan Türkiye Bildiriyi Şubat 1945 tarihinde imzalamıştır. Bu Bildiri ile imzacı devletler “Atlantik Şartı” olarak bilinen belgedeki amaçları ve ilkeleri ortak program kabul ederek, düşmanları üzerinde tam bir zafer kazanılması zorunluluğuna inanmış olarak şunları açıklamışlardır: Her hükûmet, savaş içinde bulunduğu Üçlü Paktın üyelerine (Almanya, İtalya, Japonya) ve onlara katılanlara karşı tüm askerî ya da ekonomik kaynaklarını kullanmayı yükümlenmiştir. Ayrıca Bildiri ile her hükûmet bu bildirinin imzacısı, düşman hükûmetlerle iş birliğinde bulunmamayı ve düşman devletlerle ayrı silah bırakışımı ya da barış yapmamayı yükümlenmiştir. Bu Bildirinin önemi aslında Atlantik Şartının ve dolaylı olarak da insan haklarının uluslararası korunması fikrinin ABD ve İngiltere haricinde belli sayıdaki devlet tarafından da kabul edilmiş olmasıdır. Savaşın bitmesinden sonra ise dünya barışı ve güvenliği için evrensel nitelikli bir örgüt kurulması ve dolayısıyla insan haklarının uluslararası korunmasının temelinin atılması fikri daha da hızla yayılmaya başlamıştır. Bu amaç doğrultusunda atılmış dördüncü adım “Moskova Bildirisi”dir. ABD, Birleşik Krallık, Sovyetler Birliği (SSCB) ve Çin arasında imzalanan ve toplam yedi madde içeren “Genel Güvenlik Hakkında Moskova Bildirisi” Ekim 1943’te açıklanmıştır. Bu Bildiri ile bu dört devlet uluslararası barış ve güvenliğin kurulması ve korunması, savaştan barışa hızlı ve düzenli bir geçişin temin edilmesi gerekliliğini belirtmişler ve barışın ve güvenliğin örgütlenmesi ve korunması için, birlik hâlinde eylemde bulunmayı sürdüreceklerini vurgulamışlardır. Bu doğrultuda imzacı dört devlet Bildirinin dördüncü maddesinde, uluslararası barış ve güvenliğin korunması için, barış aşığı devletlerin egemen eşitliği ilkesine dayanan ve büyük küçük, bu tür bütün devletlerin üye olmasına açık, bir genel uluslararası örgütün uygulanabilir olan en yakın tarihte kurulması gerekliliğini tanımışlardır. Bu sayede SSCB de Çin de Birleşmiş Milletlerin kurulması sürecine resmen dâhil edilmiştir. Birleşmiş Milletler ve dolayısıyla insan haklarının uluslararası korunma anlayışının hayata geçirilmesinde beşinci adım “Dumbarton Oaks Önerileri”dir. “Moskova Bildirisi”nden bir yıl sonra 1944 yılının Ağustos ile Ekim ayları arasında ABD’nin başkenti Washington DC’ye yakın bir malikane olan Dumbarton Oaks’ta yapılan toplantılar sonrasında tam adıyla “Bir Genel Uluslararası Örgüt Kurulması İçin Öneriler” kısa adıyla “Dumbarton Oaks Önerileri” ilan edilmiştir. Oldukça kapsamlı olan “Dumbarton Oaks Önerileri” on iki ana bölümden oluşmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse bu belge Birleşmiş Milletler Antlaşmasının bir taslağı gibidir. Örneğin bu önerilerin hemen başında, adı Birleşmiş Milletler olan bir örgütün kurulması gerektiği vurgulanmış ve kurulması öngörülen bu örgütün amaçları arasında uluslararası barış ve güvenliğin korunması; uluslararası ekonomik, sosyal ve diğer insani sorunların çözümünde uluslararası iş birliğinin gerçekleştirilmesi yer almıştır (Hudson, s. 96). Ayrıca kurulması öngörülen bu örgütün ilkeleri arasında Örgütün barış aşığı tüm devletlerin egemen eşitliği ilkesine dayandığı, üye devletlerin sorunları barışçı yollardan çözecekleri, uluslararası ilişkilerde tehdit ya da kuvvet kullanmaktan kaçınacakları gibi ilkeler yer almıştır. Bu önerilerde uzlaşılamayan en önemli sorun ise oluşturulması öngörülen beşi daimi olmak üzere on bir üyeli bir “Güvenlik Konseyi”nde nasıl karar alınacağı konusudur (Grenvılle, s. 670). Bu hususlar da daha sonra toplanan Yalta Konferansı’nda çözülmüştür. Birleşmiş Milletlerin kurulmasına giden süreçte ABD’nin insan haklarının uluslararası alanda korunmasına ilişkin girişimlerinin yaygınlaştırılması çabaları sürmüştür. (Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. Normand-Zaıdı, s. 95-98). Yalta Konferansı’ndan sonra Nisan 1945’te toplanan San Francisco Konferansı’nda yaşanan müzakereler neticesinde Haziran 1945’te Birleşmiş Milletler Şartı (Antlaşması) kabul edilmiştir. Şart öncesinde insan haklarının uluslararası seviyede korunmasına dair devletler arasında var olan fikir ayrılıklarının yansımaları Birleşmiş Milletler Şartında da görülebilir. Bu bakımdan Şartın insan haklarının uluslararası korunmasını kesin, net, ayrıntılı ve eksiksiz bir şekilde düzenlediğini söylemek mümkün değildir. Durum böyle olmakla birlikte Şartın insan haklarının korunması hakkında hiçbir düzenleme getirmediğini de söylemek mümkün değildir.