MODERN FELSEFE I Dersi RÖNESANSTA İNSAN,TOPLUM VE SİYASET FELSEFESİ soru cevapları:
Toplam 38 Soru & Cevap#1
SORU: Rönesans döneminde ön plana çıkan sanatçı ve yazarlar kimlerdir?
CEVAP: Sanat ve yazın dünyasında yeni duyguları, duyarlılıkları, algıları yansıtan sanatçı ve yazarlar dikkat çekmeye başlamışlardır. Giotto, Michelangelo, da Vinci gibi büyük sanatçılar döneme damgalarını vurmuş, Dante, Petrarca, Boccaccio gibi yazarlar Rönesans ruhunu temsil eden hümanizmin öncüleri olmuşlardır. Bilim alanında da önemli buluşlar gerçekleşmiş, örneğin William Harvey kan dolaşımını bulmuş, Copernicus, Kepler, Galileo Galilei bilimde önemli gelişmelere imza atmışlardır. Bu keşifler çağının merkezi İtalya ve Fransa olmuşsa da öncelikle İtalya kent devletleri bu meşaleyi yakmışlardır.
#2
SORU: Modern Felsefe teriminin ifade ettiği anlam nasıl açıklanabilir?
CEVAP: “Modern felsefe” deyimi her şeyden önce Ortaçağ felsefesinden bir kopuşu anlatır. “Modern Felsefe” yaygın anlayışa göre 17. ve 18. yüzyıl felsefelerini betimleyen bir terimdir ve modern felsefenin Descartes ile başladığı kabul edilir. Anglo-Sakson dünyada modern felsefeyi Francis Bacon ile başlatanlar da vardır. “Modern” terimi ise sanıldığından daha esnek bir kullanıma sahiptir ve 17. yüzyıldan başlayıp 20. yüzyılın ilk yarısına dek uzanan geniş zaman dilimini ifade eder. Bu zaman diliminde yapılan felsefeye de modern felsefe denir. Modernliğin başlangıçlarını Ortaçağ sonlarına ya da Rönesansın başlarına dek geri götürenler de vardır. O halde Ortaçağ sonlarından günümüze dek uzanan felsefi sürecin genel anlamda modern felsefe olarak adlandırılması uygundur. Yine de terimin spesifik anlamda 17. ve 18. yüzyıl felsefeleri için kullanıldığı ve bu iki yüzyılın felsefesine bazen Yeniçağ Felsefesi de dendiği unutulmamalıdır.
#3
SORU: Rönesans döneminin en belirgin özellikleri nelerdir?
CEVAP: Rönesans” terimi, “yeniden doğuş” anlamına gelmektedir. Burada yeniden doğan ya da doğması istenen nedir? Daha önce bir kez doğmuş olduğuna inanılan özgür düşünce ve bu düşüncenin ürünlerinin yeniden doğması, yeniden insan yaşamını anlamlandırması istenmektedir. Bu özgür düşünceyi ve bunun ürünlerini ise antik kültür - eski Grek ve Roma kültürü- temsil etmektedir. Şu halde somut anlamda yeniden doğması gereken eski Grek ve Roma kültürüdür. Her şeyden önce bu antik kültüre geri dönmek, bu kültürün ürünlerini yeniden gün ışığına çıkarmak gerekmektedir. Bu ülküyü gerçekleştirmek adına atılan ilk adımlar, gerçekleştirilen kültürel çalışmalar hümanizm (insancılık) adı altında dile getirilmiştir. Rönesans tam bir keşif ve özgürleşme dönemidir. Her alanda yeni keşifler yeni buluşlar yapılmıştır. Kolomb ve onu takip eden başlıca denizciler okyanuslarda yeni ulaşım yolları aramış ve sonunda Amerika kıtasını keşfetmişlerdir. Teknik alanda matbaanın icadı yazın, bilim ve felsefe alanındaki gelişmelere ivme kazandırmış, pusulanın icadı deniz yollarındaki başarılı keşiflerin yolunu açmıştır. İnsanın, tüm Ortaçağ boyunca düşünceye egemen olan Tanrısal ve dinsel nitelikli kavram ve nosyonları bir tarafa bırakıp özgür aklının yol göstericiliğinde dünyayı yeniden keşfetmesi, inanç yerine duyulara ve akla dayalı yepyeni bir bilim-doğa bilimi kurması Rönesans döneminin en önemli özelliğidir. Bu yeni düşünme, araştırma ve eyleme biçimi Rönesansta belirginleşti. Sonunda tanrısal özne bir tarafa bırakıldı ve bireysel insan, düşünen ve eyleyen özne olarak tarih sahnesinde yerini aldı. Bunlar modern çağı ve felsefeyi ayrımlaştıran niteliklerdir. Rönesans döneminde ilk kez kendini gösteren bu modernleşme atılımı yeniçağda iyice olgunlaştı ve 20. yüzyılın ortalarına dek süregeldi. Bu giriş tümcelerinden modern çağı Rönesans ile başlatmanın neden anlamlı olduğu anlaşılabilmektedir.
#4
SORU: Rönesans döneminde ütopik toplum düzenlerinin ortaya çıkmasında etkili olan arayış nedir?
CEVAP: Rönesans döneminde insanların nasıl bir toplum düzeninde yaşamaları gerektiği konusunda yoğun bir arayış dikkati çeker. Ortaçağın bireysel özgürlükleri kısıtlayan teolojik yapısı insanları nefes alamaz duruma getirmişti. Dünyevi zenginliklerin bir avuç feodal aristokratın elinde toplanmış olması, birçok insanın onların topraklarına bağımlı yarı köle biçiminde yaşamaları ve emeklerinin karşılığını alamamaları, toplumsal huzursuzlukları her geçen gün artırmaktaydı. Böyle bir ortamda insanların hak arayışları, bireysel özgürlük, toplumsal adalet ve eşitlik istemleri gün yüzüne çıktı. Bu dönem aynı zamanda toplumsal savaşımların da yoğun biçimde yaşandığı bir dönemdi. Özgür ve adil bir toplum düzeni arayışına bazı aydın yazarlar ve iyi niyetli aristokratlar da kuramsal destek sağlamaktaydı. Sonuçta ortaya öncelikle ütopik toplum düzenleri öneren çalışmalar çıktı.
#5
SORU: Rönesans dönemine geçişi sağlayan etmenleri kısaca açıklayınız?
CEVAP: 14. ve 15. yüzyıllara gelindiğinde, insanların kiliseden duydukları hoşnutsuzluk iyice artmıştı. Ortaçağ dinsel yönetimi insanlar üzerinde dinsel yaşam biçiminin dışına çıkılmaması bakımından yoğun bir baskı uygulamış, insanların her alandaki özgürce yenilik arayışına, yaratma istemine ket vurma yoluna gitmiştir. Oysa Hristiyanlığın iç yapısındaki çelişkiler ve kilise yönetiminin din adına uyguladığı mantıksız ve anlamsız uygulamalar, insanları yavaş yavaş dinden koparma noktasına getirdi. İnsan otoriteye mutlak olarak boyun eğmek zorunda olmadığını keşfetti. İnsan bireyi artık kendi aklına ve duygularına güvenerek doğruluğu kendisi arama yoluna girmiş oldu. Bundan böyle düşünebilen ve eyleyen varlık, yani özne insan bireyinin kendisinden başkası değildi. İnsanın her konuda kendisine duyduğu bu güven, gerçek bir “insancılık (hümanizm)” düşüncesiyle geliştirilip pekiştirilebilirdi. Yazın, sanat ve felsefe alanında bu şekilde başlayan bir insancılık akımıyla ortaçağ-skolastik dönemi son bularak yepyeni bir döneme geçilmiş oldu. Bu yeni dönemin adı Rönesanstır ve genelde 15. ve 16. yüzyılları kapsayan bir dönem olarak düşünülür
#6
SORU: Hugo Grotius kimdir ve önemli düşünceleri nelerdir?
CEVAP: Hollandalı bir hukukçu ve filozof olan Hugo Grotius, küçük yaşta hümanist ve Aristotelesçi bir eğitim almış, Hollanda Devletinin resmi tarih yazıcısı olarak çalışmış ve ilk görevi de uluslararası hukuk üzerine uzmanlaşmak olmuştur. Uluslararası hukuku doğal yasa kavramı temelinde kuran öncü düşünürlerdendir. Bu alanda yarattığı etki günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Bu alandaki en önemli yapıtı Savaş ve Barış Hukuku Üzerine: Üç Kitap (De jure belli ac Pacis: Libri Tres) adını taşır. Aynı alanda Serbest Deniz (Mare Liberum) adlı yapıtı da ünlüdür. Hugo Grotius ise doğal yasa kavramını ilk kullanan isimlerdendir. Sofistlerin physei-nomoi ayrımından ve Stoacı evrensel yasa fikrinden etkilenerek insan aklına ve doğasına dayalı doğal yasa ile sonradan konan hukuk yasaları arasında ayrım yapmış, ilkini ikincisine üstün kılmıştır. Stoacılar insanların akıl denen ortak bir öğeyi paylaştıklarını, Tanrı’nın da akıl olduğunu, böylece insanların ortak özünün Tanrı olduğunu savunmaktaydı. Böylece akıl, evrensel ve doğru yasa olmakta ve Stoacılar, tüm insanların aynı evrensel yasaya uydukları bir dünya devleti ülküsüne yönelmekteydi. Ona göre doğal bir yapı olan devletin görevi insanların doğuştan getirdikleri doğal hakları korumaktır. Egemenlik halka aittir ama bir yönetici sınıfa devredilebilir. Bu görüşleriyle demokrasi fikrine kapı aralamıştır. Toplum halinde yaşamanın doğal bir yasa ve eğilim olduğunu savunmuş, uluslararası ilişkilerde adalet kavramının önemini vurgulamıştır.
#7
SORU: Francis Bacon kimdir ve toplumsal ütopyalar alanındaki önemi nedir? Açıklayınız.
CEVAP: Francis Bacon (1561-1626), Yeni Atlantis (Nova Atlantis) adlı yapıtında bilimsel ve teknik gelişmelerin toplum ve devlet yapısını belirlediği bir ütopya kaleme almıştır. Güney Yarım Kürede Büyük Okyanusun ortalarında yer alan Ben Salem isimli bir adada kurulmuş olan bu devlet dış dünyadan kopuk bir yaşam sürdürmekte, sadece 12 yılda bir dış ülkelere bir gemi göndererek oralardaki bilimsel gelişmeleri ve yenilikleri izlemektedir. Öteki ülkeler bu devletin varlığından haberdar olmadığından heyet icraatlarını kılık değiştirerek ve kimseye belli etmeden yürütür. Okyanusta yolunu kaybeden yabancı bir gemi, mürettebatıyla bu adaya düşünce adalılar bu yabancılara içtenlikli bir konukseverlik gösterirler ve bir yetkili adanın toplum ve devlet yapısını bu yabancılara betimlemeye başlar. Francis Bacon ise Yeni Atlantis adlı eserinde bilimsel ve teknik gelişmelerin toplum ve devlet yapısını belirlediği bir ütopya kaleme almıştır. Ben Salem isimli bir ada devleti kurmuştur. Bu devlet dış dünyadan kopuk, sadece 12 yılda bir dış ülkelere bir gemi göndererek, oralardaki bilimsel gelişmeleri izlemektedir. Ben Salem bilim kurulunun asli görevi olayların sebepleri ve gizli nedenlerini öğrenmek ve insanın doğa üzerindeki egemenliğinin sınırlarını genişletmektedir. Bacon’un bilim üzerine kurulu ütopik devlet tasarımı her şeyin din üzerine kurulu olduğu Ortaçağ’ın Hristiyan devlet tasarımına bir alternatif sunması bakımından anlamlıdır.
#8
SORU: Erken dönem İtalyan hümanistleri kimlerdir?
CEVAP: Dante, Petrarca ve Boccacio ilk İtalyan hümanistleridir.Dante,eserlerini Latince değil, ana dili olan İtalyanca yazmıştır. Kutsal Komedi en meşhur eseridir. Cehennem’de başlayıp Araf ta devam eden yolculuğu Cennet’te sona erdirir. Monarchia isimli eserinde ise kiliseye evrensel barışa giden bir rol biçer. Doğa araştırmalarıyla ilgilenen Petrarca, ortaçağın içe dönüklüğü ile Rönesansın dışa dönüklüğünü bütünleştirmiştir. Dış dünyanın ve insan ruhunun aynı anda keşfedilmesi amacına yönelmiştir. Boccacio, Dante ve Petrarca’dan etkilenmiştir. Homeros, Euripides ve Aristo’dan çeviriler yapmıştır. Grekçeye büyük bir ilgi beslemiştir. Boccacio’nun dinlerin göreli bir doğruluklarının bulunduğunu öne sürmesi Rönesans dönemine özgü yeni bir anlayıştır. Bu üç büyük İtalyan düşünür, İtalyanın 15. ve 16. yüzyıllarda Rönesansın beşiği olmasında önemli katkıları olmuştur.
#9
SORU: Hümanizm en genel anlamıyla nedir?
CEVAP: “İnsancılık” (hümanizm) terimi en genel anlamıyla insan aklını, etik ve adalet kavramlarını temele alan, batıl inanışları ve doğaüstü olan her şeyi yadsıyan bir dünya görüşüdür. Bu yaklaşım hümanizmin dünyevi (seküler) yorumudur. Bu seküler biçimiyle “hümanizm, çalışmalarda, felsefede ve pratikte insansal değerlere ve ilgilere odaklanan bir yaklaşımdır.”Bu yaklaşım anti-hümanist (insancı olmayan) her türlü kavram, düşünce ve uygulamayı dışlama yoluna gider. Yukarıdaki iki tanımı bütünleyen bir tanım da şudur: hümanizm, tüm insanların değerli ve onurlu olduğunu öngören ahlak felsefelerinin genel bir kategorisini anlatan bir terimdir.
#10
SORU: Toplum düzeni ile ilgili ortaya konulan ütopyaların ortaya konuldukları dönem ile ilgileri neler olabilir?
CEVAP: Ütopya türünde verilen başlıca örnekler dikkatle incelendiğinde belli konularda ortaklık sergiledikleri görülür. Örneğin hepsinin de farklı olana hoşgörüyle yaklaştıkları, yeniliğe ve yeni olana ilgi duydukları, bilimi ve bilgiyi önemsedikleri görülür. Yapıtlarda özel mülkiyet, aile düzeni, siyasal eşitlik, zenginliğin paylaşımı, sosyal adalet gibi konularda, dönemin sorunlarına göndermeler yapan yepyeni uygulamalar anlatılır. Bütün bu ideal düzen tasarıları dönemin sorunlarından etkilenilerek oluşturulmuş tasarılardı. Dinsel hoşgörüye yönelik vurgu, dönemin dinsel kurumlarının katı hoşgörüsüzlüğüne yönelik bir eleştiriydi. Yeniliğe, bilim ve bilgiye yönelik vurgu Rönesans’ın düşünsel başarılarına ve yönelimlerine karşılık vermekteydi. Özel mülkiyete yönelik yasak ya da sınırlamalar, insanların ve ulusların servet edinmek uğruna ortaya koydukları bencil ve yıkıcı mücadelelere yönelik bir eleştiriydi. Aile düzenine yönelik öneriler yozlaşmış aile değerlerinin ihyası amacına yönelmiş, siyasal eşitlik ve sosyal adalet vurgusu Batı ülkelerinin sınışı toplum yapılarına ve zenginliğin paylaşımındaki haksızlıklara bir itiraz olarak geliştirilmişti. Bu açıdan bakıldığında ütopyalar dönemin mevcut siyasal ve toplumsal düzenlerine bir antitez olarak görülebilir. Öte yandan insan doğasına aykırı uygulamalar içermeleri nedeniyle aynı zamanda insan doğasının gerçekliğine de bir antitez oluşturdukları düşünülebilir. Zaten bu yüzden ütopya olarak kalmışlardır.
#11
SORU: Rönesans döneminde Hümanizm nasıl yorumlanmıştır?
CEVAP: Rönesans döneminde “hümanizm genelde kültür ve eğitim alanında akademisyenler, yazarlar ve kamusal liderler tarafından gerçekleştirilen her türlü yenileştirme-reform etkinliklerini anlatan bir terimdir.”Özel anlamıyla hümanizm, Grek ve Latin dillerinin, kültürlerinin ve sanatlarının araştırılması esasına dayanan ve sonraları insan araştırmalarına odaklanan devrimsel Rönesans devinimi ya da yönelimidir. Yaratıcılıkta en üst sınırlara ulaşmış bu zengin kaynağı özümseyip ardından yeni ufuklara yelken açmak amacı güdülmüştür. Araştırma ve keşif özellikle yazın ve felsefe örnekleri üzerinde yoğunlaşmıştır. Grekçeyi iyi bilmek gerektiği için Grek dili üzerindeki çalışmalara öncelik verilmiştir. Bu coşkulu ve dinamik arayışlar dönemi günümüze dek süregelen modern çağın şafağını oluşturmuştur. Rönesans gibi hümanizmin vatanı da İtalya’dır ve erken dönem hümanistler hep Dante, Petrarca ve Boccaccio gibi İtalyanlar olmuştur.
#12
SORU: Thomas More kimdir ve toplumsal ütopyalar konusundaki önemi nedir? Açıklayınız.
CEVAP: Thomas More (1478-1535) hümanist bir İngiliz düşünürü ve bakanlığa kadar yükselmiş bir devlet adamıdır. Katolik olması nedeniyle, VIII. Henri’nin eşinden boşanıp ikinci bir evlilik yapmasına adalet bakanı olarak izin vermemiş, bunun üzerine vatana ihanet suçuyla 1535 yılında idam edilmiştir. 1516 yılında yayınladığı Ütopia adlı yapıtıyla kalıcı bir ün sağlamış, adı bu yapıtla adeta özdeşleşmiştir. Thomas More eserde sınıfsız, sosyalist bir düzen önerir. Eserde özel mülkiyetin yadsındığı, zenginliğin halka adilce paylaştırıldığı, sosyal adalet ve eşitlik ülküsünün gerçekleştirildiği bir devlet tasarımı geliştirilir. Tüm dinlere hatta dinsizliğe hoşgörüyle bakılır. Platon’un Devlet’inde belirlenen toplum düzeni yönetici ve asker sınışarı içine alan bir tür sosyalizm ütopyası iken Thomas More sınıfsız bir yapı öngörerek sosyalist yapıyı toplumun tüm katmanlarına yayar.
#13
SORU: İleri ve geç dönem hümanistleri kimlerdir?
CEVAP: İleri ve geç dönem hümanistlerinden olan Mirandola, Yeniplatonculuğu, Aristotelesçiliği, Hermetisizmi ve Kabala öğretisini sentezleyerek insana üç aşamalı görev yüklemiştir. Bunlar; • Zorunlu ahlaksal gelişim • Ussal bilgilenme • Mutlak gerçeklikle özdeşleşip yetkinleşme. Mirandola’ya göre Tanrı evrenin merkezine insanı koymuş, bilgiyi elde etmesini sağlamış, kendisine seçme özgürlüğü ve onur vermiştir. Bir diğer geç dönem hümanisti Erasmus’tur. “Hümanistlerin Prensi” unvanına sahip olan Erasmus, Hristiyanlığı hümanizm ile uzlaştırmaya çalışıyor, dinin asıl doğasından uzaklaşıldığını, gerçek dinin kafa değil, yürek sorunu olduğunu düşünüyordu. Ona göre gerek felsefede gerek teolojide dilsel kesinlik, söz dizimsel doğruluk ve retorik parlaklık öncelikle ele alınmalı ve gerçekleştirilmeliydi. Deliliğe Övgü isimli eserinde Katolik kilisesinin uygulamalarını eleştirmiş, fakat dinin özüne yönelik kesin bir kuşkuculuk duymamıştır. Luther ise Hristiyanlığın reformdan geçirilmesini şiddetle savunmuştur. Akıl karşısında imana vurgu yapmıştır. Luther, kilise kurumlarına ve kilisenin kalıplaşmış uygulamalarına gerek olmadığını, özgürce Tanrı’ya yönelmek ve iman etmenin yeterli olduğunu düşünmüştür. Bir diğer hümanist Montaigne ise dünyayı kendi yargılama gücü aracılığıyla sorgulamaya çalışmıştır. Örnek bir yaşam için insanın tüm yetilerini kullanabileceği sürekli bir araştırma ruhu içinde bulunmak gerektiğini düşünmüştür. Ona göre yeryüzünde itiraz götürmez bir görüş yoktur ve bu yüzden mutlu olmak isteyen kişi kendisini herhangi bir görüşe bağlamamalı, üretken bir kuşku ve araştırma durumunu sürdürmelidir. Ona göre insan olmak tam anlamıyla bilinçli deneyimlere sahip olmaktı ve insan ancak en iyi bildiği konularda böyle bir bilinci elde edebilirdi. Ona göre duyular insanlara hem haz verir hem de onları fiziksel dünya hakkında güvenli ve yeterli biçimde bilgilendirir.
#14
SORU: Bir kavram olarak “Ütopya” nedir?
CEVAP: Ütopya teriminin etimolojik anlamı; Grekçe “ou,” yani “olmayan,” ve “topos” yani “yer” sözcüklerinden gelir. Bu ikisi birleşince “olmayan yer” anlamı çıkar. İlk kez bu kavram Thomas More’un Ütopya isimli eserinde kullanılmıştır.
#15
SORU: Tommaso Campanella kimdir ve toplumsal ütopyalar alanındaki önemi nedir? Açıklayınız.
CEVAP: Tommaso Campanella (1568-1639), Güney İtalya’da doğdu ve küçük yaşlarda Dominiken mezhebine girdi. Erken yaşlardan itibaren Aristoteles muhalifi oldu. Bernardino Telesius’un empirizmine bağlandı ve bilginin temelde duyum olduğunu ve her şeyin doğası bakımından duyuma sahip olduğunu öne sürdü. Ona göre, felsefi bilgi ve her türden bilim, yalnızca duyumun farklı biçimleridir. Doğa aynı zamanda Tanrının bir görünümüdür. İnanç ise bir bilgi biçimidir. Aristotelesçiliğe ve resmi kilise öğretilerine karşı aldığı düşmanca tavır ve devlet yapısının değiştirilmesi konusundaki görüşleri nedeniyle yargılanmış, 27 yılını hapislerde geçirmiş, yine de düşünce ve inançlarından ödün vermemiştir. Campanella, Güneş Ülkesi isimli eserinde parçanın bütünü, bütünün parçayı tamamladığı politik bir birlik düzeninden bahseder. Bu eserde özel mülkiyet ve kazanç anlayışı yoktur. Tüm kazanımlar devlete ait ve herkesindir. Vatandaşlar arasındaki tek ayrım bilgi düzeyi bakımındandır. En bilge kişi ülkeyi yönetmelidir. Bu bilge kişini yardımcıları; • Güç, • Sevgi ve • Akıl adlarını taşır. Bilim çok önemlidir. Tembellik en büyük değersizliktir. Yasal eşitlik ilkesi üzerine kurulmuş sınıfsız bir toplum modeli önerir. More’dan yaklaşık yüzyıl sonra yazan Campanella’nın ütopyasında bilime More’dan daha çok değer vermesi, bilimin Rönesansın ilerleyen dönemlerinde giderek artan önemine işaret eder.
#16
SORU: Modern siyaset biliminin kurucularından olan Machiavelli kimdir ve önemli düşünceleri nelerdir?
CEVAP: İtalya’nın Şoransa kentinde doğan Machiavelli, Rönesans hümanizminin önemli isimlerinden ve modern siyaset biliminin kurucularındandır. Filozof, yazar, diplomat, müzisyen ve oyun yazarı olmanın yanı sıra döneminin Şoransa Devletinin önemli devlet adamlarındandı. Modern siyaset felsefesinin başta gelen isimlerindendi. Söyleşiler adlı yapıtında politika yazılarını bir araya getirmiş, Savaş Sanatı’nda ise ileri savaş taktiklerini incelemiştir. Kalıcı ününü Prens adlı başyapıtına borçludur. 1513 tarihli bu yapıt nedeniyle adı politikada aldatıcı taktiklerin kullanımını içeren bir siyaset yapma biçimi olan makyavelizm terimiyle özdeşleşmiştir. Machiavelli, politik realizm ile politik idealizm arasındaki ayırıma büyük katkı yapmıştır. Machiavelli’nin amacı kötü ve çirkin politika yapma yollarını olumlamak değil, politikanın olgusallıkta böyle yürüdüğünü göstermekti. Ancak Makyavelizm politikada aldatıcı taktikleri meşru gören bir anlayış haline gelmiştir. Ahlaklılığı politik açıdan yeniden tanımladığı “Prens” isimli eserinde, önemli olanın amaç olduğu, amaca götüren araçların iyi ya da kötü olmalarının önemi olmadığını vurgulamaktadır. Prens’ten sonra kaleme aldığı “Söyleşiler”de cumhuriyet rejiminin erdemlerini savunan Machiavelli, Prens’i kaleme aldığı dönemin Şoransa’sının siyasal karışıklıklarından etkilenerek bu yapıtında tam tersine mutlak monarşiyi yeğlemiştir. Machiavelli bireysel değil devlet çıkarlarını önemsemiş, siyasal düzeni insan doğasının gerçekliğine dayandırdığı için modern siyaset biliminin öncüsü olarak kabul edilmiştir.
#17
SORU: Jean Bodin kimdir ve önemli düşünceleri nelerdir?
CEVAP: Fransız hukukçu ve siyaset felsefecisi Jean Bodin (1530-1597) güçlü devlet idealinin bir diğer temsilcisidir. Fransa’da, Angers’da doğdu. Paris Parlamentosunun üyesi oldu ve Toulousse Üniversitesinde öğretim üyeliği yaptı. Dinsel Reform döneminde yaşadı ve Fransa’da Kalvenistlerle devlet-destekli Katolik Kilisesi arasındaki çatışmaları eleştiren yazılar yazdı. Yaşamı boyunca Katolik kalmasına rağmen papalık otoritesini eleştirmekten geri durmadı. Bu yüzden bazen gizli Kalvenist olarak suçlandı. Yaşamının ilerleyen dönemlerinde kaleme aldığı bir yapıtta, tüm inanç sistemlerinin uyumla bir arada yaşadıkları bir dünya ülküsünü dile getirdi. Jean Bodin ise savunuculuğunu yaptığı mutlak monarşi rejimini, laik ve hukuksal bir temelden hareketle oluşturduğu egemenlik kavramı üzerine oturtmuştur. Ona göre devletin kaynağı Tanrı değil ailedir. Ailede baba neyse devlette kral odur. Bodin’e göre yasa çıkarma hakkının aristokrat bir meclisin elinde olduğu rejime aristokrasi, halkı temsil eden bir meclisin elinde olduğu rejime demokrasi, tek kralın elinde olduğu rejime mutlak monarşi denir. Karma rejimler olamaz, çünkü egemenlik bölünemez. Kral doğal yasaya karşı sorumludur ve onu buna zorlayan şey vicdanıdır. Vicdanının sesini dinleyip doğa yasasına uymazsa Tanrı’ya karşı sorumlu olur. Bu görüşleriyle Bodin Hristiyanlığa karşı doğal dini desteklemiş olur. Bodin, papalık idaresine karşı ulus devlet fikrinin öncü savunucularındandır. Kısaca Colloquium olarak bilinen 1588 tarihli yapıtında ise doğruluğun doğası üzerine yedi eğitimli kişi arasında geçen bir konuşmayı konu edinmiştir. Bunların; • Biri bilim filozofu, • Biri Kalvenist, • Biri Müslüman, • Biri Pagan, • Biri Katolik, • Biri Yahudi, • Sonuncusu ise kuşkucudur. Hepsi de felsefe eğitimi almış olan bu kişiler, konuşmanın sonunda, temsil ettikleri inanç sistemlerine bağlı insanların birbirleriyle uzlaşıp uyum içinde yaşayabilecekleri sonucuna varırlar. Leibniz, bu yapıt nedeniyle Bodin’i Batı dünyasında dini toleransın kurucularından biri olarak övmüştür.
#18
SORU: Johannes Althusius kimdir ve önemli düşünceleri nelerdir?
CEVAP: Hukukçu ve Kalvenist bir siyaset felsefecisi olan Johannes Althusius (1563-1638) 1603’de yayınlanan Politica Methodice Digesta, Atque Exemplis Sacrir et Profanis Illustrata adlı ünlü yapıtında federalizm kavramının gelişimine büyük katkı yapmış ve ilk federalistlerden biri olarak nitelenmiştir. Althusius’un düşünce yaşamının en verimli dönemlerini geçirdiği Almanya’nın Emden kenti, bölgedeki politik ve dinsel etkinliğin kesişim noktasındaydı. Hollanda ve Fransa’yı İngiltere’ye bağlayan zengin bir liman kentiydi ve politik özgürlüğün o dönemdeki güçlü merkezlerinden biriydi. Güçlü bir Kalvenist ruha sahip olsa da Katolik ve Lutherci unsurları da barış içinde bir arada bulunduruyordu. Johannes Althusius demokrasi ülküsünü iyice vurgulamış, egemenliğin halka ait olup başkasına devredilemeyeceğini savunmuştur. Ona göre yönetici daima halk adına eylemelidir. Yasa devlet başkanını bile bağlar. Halk kendini parlamento ile temsil ettirir ve parlamentonun yetkileri ortadan kaldırılamaz ama geniş toprakları tek merkezden yönetmek güç olacağı için federatif devletlerden oluşan federal bir devlet modeli geliştirilmelidir. Bu düşüncesiyle Althusius, devlet yönetiminde federal düzenin öncü savunucularından olmuştur.
#19
SORU:
"Modern Felsefe" adlandırması, yaygın anlayışa göre hangi zaman aralığına işaret etmektedir?
CEVAP:
‘Modern Felsefe’ yaygın anlayışa göre 17. ve 18. yüzyıl felsefelerini betimleyen bir terimdir ve modern felsefenin Descartes ile başladığı kabul edilir. Anglo-Sakson dünyada modern felsefeyi Francis Bacon ile bafllatanlar da vardır. ‘Modern’ terimiyse sanıldığından daha esnek bir kullanıma sahiptir ve 17. yüzyıldan başlayıp 20. yüzyılın ilk yarısına dek uzanan geniş zaman dilimini ifade eder. Bu zaman diliminde yapılan felsefeye de modern felsefe denir. Modernliğin başlangıçlarını Ortaçağ sonlarına ya da Rönesansın başlarına dek geri götürenler de vardır. O halde Ortaçağ sonlarından günümüze dek uzanan felsefi sürecin genel anlamda modern felsefe olarak adlandırılması uygundur.
#20
SORU:
Modern sözcüğü ne anlama gelir?
CEVAP:
‘Modern’ terimi Latince, ‘modus’ teriminden gelmektedir. ‘Modus’ tarz, kip anlamlarına gelir. Bu terimden türetilen ‘modo,’ içinde bulunulan zaman ya da son zamanlar anlamına gelmektedir. Yine bu sözcükten türetilen ‘Mode,’ (Türkçesi moda) giyimde ve tutumlarda şu an geçerli olan tarz demektir. ‘Modern’ terimi ise en son tarzlar, yöntemler ya da fikirlerle yapmak, yapmayı sürdürmek anlamındadır ve sanat, müzik, edebiyat ve dansta belirli çağdaş eğilimlere ve okullara işaret eder. İkinci anlamı, Ortaçağın bitiminden günümüze dek gelen zaman aralığına ilişkin olan ya da bu zaman aralığında yer alan şeylere işaret eder. Üçüncü olarak, bir dilin gelişim sürecinin en son aşamasına göndermede bulunur. Dördüncü olarak kelimesi kelimesine alındığında, modern zamanda yaşayan bir kişiyi niteleyebilir. Aslında modern fikirleri, inançları, ölçütleri benimseyen kişi gerçek anlamda modern kişi olarak nitelenir
#21
SORU:
Modern çağın başlıca belirleyeni nedir?
CEVAP:
Modern teriminin yaklaşık on yüzyıl süren ortaçağ-skolastik yaşam biçiminden sıyrılarak yepyeni bir yaşam biçimine geçişi anlatmak için kullanılmış bir terim olduğu görülmektedir. Ortaçağ sonlarında yeni yaşam biçimlerini arayış, özleyiş, kurulu düzenden uzaklaşma isteği yaşamın her alanında kendini hissettiriyordu. Bu şekilde duyguda, düşüncede, insana ve topluma bakışta, sanatta, felsefede ve bilimde yeni yönelimler ve tarzlar kendini göstermeye başladı. Kısaca söylemek gerekirse, Ortaçağın sonunu ilan eden dönem, bunu, her alanda getirdiği yeniliklerle başarmıştır. Yenilik ve yenileşme, modern çağı modern çağ yapan en temel göstergedir.
#22
SORU:
Rönesans terimi ne anlama gelmektedir?
CEVAP:
Rönesans’ terimi, ‘yeniden doğuş’ anlamına gelmektedir. Burada yeniden doğan ya da doğması istenen nedir? Daha önce bir kez doğmuş olduğuna inanılan özgür düşünce ve bu düşüncenin ürünlerinin yeniden doğması, yeniden insan yaşamını anlamlandırması istenmektedir. Bu özgür düşünceyi ve bunun ürünlerini ise antik kültür - eski Grek ve Roma kültürü- temsil etmektedir. Şu halde somut anlamda yeniden doğması gereken eski Grek ve Roma kültürüdür. Her şeyden önce bu antik kültüre geri dönmek, bu kültürün ürünlerini yeniden gün ışığına çıkarmak gerekmektedir. Bu ülküyü gerçekleştirmek adına atılan ilk adımlar, gerçekleştirilen kültürel çalışmalar hümanizm (insancılık) adı altında dile getirilmiştir.
#23
SORU:
Hümanizm terimi ne anlama gelmektedir?
CEVAP:
‘İnsancılık’ (hümanizm) terimi en genel anlamıyla insan aklını, etik ve adalet kavramlarını temele alan, batıl inanışları ve doğaüstü olan her şeyi yadsıyan bir dünya görüşüdür. Bu yaklaşım hümanizmin dünyevi (seküler) yorumudur. Bu seküler biçimiyle “hümanizm, çalışmalarda, felsefede ve pratikte insansal değerlere ve ilgilere odaklanan bir yaklaşımdır.” Bu yaklaşım anti-hümanist (insancı olmayan) her türlü kavram, düşünce ve uygulamayı dışlama yoluna gider. Yukarıdaki iki tanımı bütünleyen bir tanım da şudur: hümanizm, tüm insanların değerli ve onurlu olduğunu öngören ahlak felsefelerinin genel bir kategorisini anlatan bir terimdir.
#24
SORU:
Tommaso Campanella'ya göre ideal bir toplum nasıl olmalıdır?
CEVAP:
Campanella’ya göre ideal toplum düzeni doğayla uyumlu olmalıydı ve böyle bir düzen Tanrı’nın bilgeliğinin bir yansımasıydı. Campanella kendi döneminin toplumlarını, doğal yaşamdan tümüyle uzaklaşarak, adaletsizliğin ve mutsuzluğun labirentine dönüşmüş gördüğü için bir ütopya yazmak gereğini duymuştur. Onun düşündüğü, politik olarak düzenlenmiş bir toplumdur; tüm bireysel parçaları, toplumsal bütünlük ile uyumlu olan, parçanın bütünde, bütünün parçada birbirini tamamladığı ve tanımladığı bir ideal siyasal birlik olarak bir devlet her şeyden önemli görünmektedir.
#25
SORU:
Johannes Althusius'un egemenlik kavramı konusundaki görüşlerdir?
CEVAP:
Althusius, mutlak monarşiye karşı demokratik devlet düşüncesine hizmet eden görüşler öne sürdü. Althusius, insanların bağımsızlığının yöneticilere devredilemeyeceği görüşündeydi. Çünkü ona göre devletin başındaki kişi halkın efendisi değil, sadece halkın seçtiği bir görevliydi. Biricik egemen güç halkın kendisiydi. Althusius bu görüşleriyle “halk egemenliği” düşüncesine kesin formunu kazandıran ilk düşünür oldu. Bu açıdan Rousseau’nun kendisine çok şey borçlu olduğu düşünülmektedir. Egemenlik halka ait olduğuna göre, başta bulunan yönetici halk adına ve halkın yerine eylemde bulunabilir, “o, birtakım sınır ve bağlarla devleti yönetmek için halk tarafından görevlendirilmiş bir kimsedir; bu görevin ne olduğunu ve sınırlarını da halkın istencinden doğmuş olan yasa belirler. Devlet başkanı yasanın üstünde değil altındadır, yasa onun istencine bir sınır çizer; o, bu sınırı aşmaya kalkışırsa, halk da ona karşı ayaklanabilir.” Görüldüğü gibi Althusius’un görüşleri tümüyle demokratik yönetim biçimini betimleyen görüşlerdir ve “halk egemenliği” kavramı demokratik yönetimlerin en temel ilkesi olmuştur.
#26
SORU:
Bodin'e göre en iyi rejimin mutlak monarşi olmasının sebebi nedir?
CEVAP:
Ataerkil aile anlayışına bağlı olan Bodin’e göre, nasıl ki ailenin reisi babadır, bir aileler toplamı olan devletin reisi de kraldır. Aile reisi, aile bireylerinin gereksinimlerini karşılayarak, mutluluğunu sağlamaya çalışır. Kral da devleti oluşturan grupların güvenlik ve esenliği için çalışır. Onun varlık koşulu budur. Kralın egemenliği ona aynı zamanda yasa çıkarma hakkı da verir. Yasa çıkarma hakkının başka toplumsal güçlere devredilmesi, kralın egemenliğinin sınırlandırılması anlamına gelir. Yasa çıkarma hakkının aristokratik bir meclisin elinde olduğu rejimlere aristokrasi, halk meclislerinin elinde olduğu yönetimlere demokrasi, tek bir kralın elinde olduğu rejimlere mutlak monarşi denir. Egemenliğin bu üç güç odağı arasında dağıtıldığı karma bir yönetim biçimi olamaz çünkü egemenlik bölünemez. Eğer bölüşülürse, taraflar arasında anarşi çıkar, zamanla devlet düzeni ortadan kalkar ya da egemenlik bu güç odaklarından birisinin eline geçer. Bu durumda en iyi rejim mutlak monarşidir. Çünkü öteki yönetim biçimleri anarşiye dönüşmeye eğilimlidirler.
#27
SORU:
Machiavelli'nin din konusundaki görüşleri nelerdir?
CEVAP:
Machiavelli sağlayacağı toplumsal yarar açısından din kurumunu kabul etmekte, dinin insanlar üzerinde hâkimiyet sağlamayı kolaylaştıracağına inanmaktaydı. Ama insanları politik bilinçten uzaklaştıran ve edilgin hale getiren Hıristiyan ahlakı yerine, yurtseverlik duygularını öne çıkaran eski Roma tarzı bir dini yeğlemekte, dine, dinin kendi değer ve hatırı için değil, sağlayacağı toplumsal yarar nedeniyle yönelmekteydi. Onun ana ideali, birleşik, bağımsız ve özgür bir İtalyan ulusuydu. Ulusun politika, bilim ve din açısından Kilise’nin egemenliğinden tam olarak bağımsız olmasıydı.
#28
SORU:
Doğal yasa kavramının düşünsel kökenleri nelerdir?
CEVAP:
Modern dönemde doğal yasa kavramı 17. yüzyılda ortaya çıkmış ve etik, politik ve hukuksal düşüncede kalıcı bir etki yaratmıştır. Grotius’un bu kuramın savunulmasındaki öncü rolü yadsınamaz. Onun doğal yasa kuramı uluslararası hukukun yapı taşlarından biri olmuştur. Politik hak ve düzenin temel taşıyıcısı olarak görülen doğal yasa kuramı, sonraki dönemlerde bu haklardan türetilen akla dayalı yönetim biçimlerinin doğmasına yol açmıştır. Aslında kavramın mucidi Grotius değildi. Henüz M.Ö. 5. yüzyılda Sofistler, doğal olan (physei) ve insan eliyle konulmuş olan (thesei) arasında bir ayrım yapmışlardı. Bu ayrım özellikle hukuk alanında etkisini göstermiş ve doğal olan, kaynağını doğada bulan yasalar (doğal hukuk) ile insanlar tarafından oluşturulan yasalar (pozitif hukuk) arasında bir ayrım yapılmıştı. İnsan eliyle yapılmış yasalar sanılara (doksa) dayanırlar ve bu nedenle güçsüzdürler ve geçerlilikleri de tartışmalıdır. Doğal yasalar ise varlığını doğadan alırlar ama ne yazık ki bunlar sonradan konulmuş yasalar tarafından bastırılmışlardır. Ancak doğal yasalar açısından görüldüğünde tüm insanlar birbirine eşit olacaklardır. Sofistlerden sonra Stoa Okulu, bu düşünceyi daha bilinçli bir biçimde dillendirmiştir. Stoacılara göre tüm insanlar aynı ortak öğeyi paylaşırlar; bu ortak öğe akıldır ve Tanrı da bir tür Akıl olarak görülür. Böylece insanların ortak özü ve Tanrı aslında aynı şeydir. Akıl ya da doğa insanların ortak özü olduğuna göre akıl, evrensel ve doğru olan Yasadır. Şu halde tüm insanlar ortak olarak bu evrensel doğal yasaya sahiptir ve bu yasa özü bakımından adalet ya da tüm insanların eşitliğidir. İnsanlar aynı yasayı yani adaleti paylaştıklarına göre aynı devletin, yani bir dünya devletinin üyesi olmalıdırlar. Adaletin, evrensel doğal yasa olması düşüncesi tüm insanların evrensel kardeşliği fikrini de gündeme getirmektedir. Hıristiyanlık bu yasayı kendi görüşlerine göre yorumlamış ve uygulamıştır. Doğal yasanın Tanrı olması ya da köklerinin Tanrıda bulunması, tanrısal adalet ve Hıristiyan cemaatin kardeşliği gibi düşüncelere dolayımlanmıştır. Doğal yasa kavramının modern çağda özgün anlamıyla layık olduğu yere taşınması ise Grotius eliyle olmuştur.
#29
SORU:
Modern çağı ve felsefeyi ayrımlaştıran nitelikler nelerdir?
CEVAP:
İnsanın, tüm Ortaçağ boyunca düşünceye egemen olan Tanrısal ve dinsel nitelikli kavram ve nosyonları bir tarafa bırakıp özgür aklının yol göstericiliğinde dünyayı yeniden keşfetmesiyle, inanç yerine duyulara ve akla dayalı yepyeni bir bilim -doğa bilimi kurmasıyla olanaklı olabilirdi. Bu yeni düşünme, araştırma ve eyleme biçimi Rönesansta belirginleşti. Sonunda tanrısal özne bir tarafa bırakıldı ve bireysel insan, düşünen ve eyleyen özne olarak tarih sahnesinde yerini aldı. Bunlar modern çağı ve felsefeyi ayrımlaştıran niteliklerdir.
#30
SORU:
Sanatta ve felsefeden hümanizm akımının doğmasına yol açan gelişme nedir?
CEVAP:
Rönesans döneminde Hıristiyanlığın kurduğu düşünsel otorite zayıfladı ve insan düşünen ve eyleyen bir özne olarak ortaya çıktı. Bu durum sanatta ve felsefede bir insancılık (hümanizm) akımının doğmasına yol açtı.
#31
SORU:
Halk egemenliği düşüncesine kesin formunu kazandıran ilk düşünür olan Althusius, devlet yöneticisini nasıl tanımlamaktadır?
CEVAP:
Althusius, insanların bağımsızlığının yöneticilere devredilemeyeceği görüşündeydi. Çünkü ona göre devletin başındaki kişi halkın efendisi değil, sadece halkın seçtiği bir görevliydi. Biricik egemen güç halkın kendisiydi. Althusius bu görüşleriyle “halk egemenliği” düşüncesine kesin formunu kazandıran ilk düşünür oldu. Bu açıdan Rousseau’nun kendisine çok şey borçlu olduğu düşünülmektedir. Egemenlik halka ait olduğuna göre, başta bulunan yönetici halk adına ve halkın yerine eylemde bulunabilir, “o, birtakım sınır ve bağlarla devleti yönetmek için halk tarafından görevlendirilmiş bir kimsedir; bu görevin ne olduğunu ve sınırlarını da halkın istencinden doğmuş olan yasa belirler. Devlet başkanı yasanın üstünde değil altındadır, yasa onun istencine bir sınır çizer; o, bu sınırı aşmaya kalkışırsa, halk da ona karşı ayaklanabilir.”
#32
SORU:
Althusius, neden egemenliğin parçalanamaz, bölünmez, parçalanmaz ve bir başkasına devredilemez olduğunu düşünmekteydi?
CEVAP:
Althusius da Bodin gibi egemenliğin bölünmez, parçalanmaz, bir başkasına devredilemez bütünsel bir kavram olduğunu düşünmekteydi. Egemenliğin tek kişiye aktarılmasını ise özellikle yanlış buluyordu. Ona göre egemenliğin aktarılması, insanların özgürlüklerini yöneticiye aktarmaları demekti ki, bu da doğal haklara aykırı bir durumdu. İnsanların özgür olmaları en başta gelen doğal haktır.
#33
SORU:
Althusius’a göre egemenlik neden halkın elinde bulunmalıdır?
CEVAP:
Althusius’a göre egemenlik doğrudan halktan çıktığı için, sadece halkın elinde bulunabilir. Çünkü insanın akıllı özü egemenliğin de kaynağıdır. Egemenlik aklı, akıl ise tüm insanlığı- halkı temsil eder. Devleti de bir sözleşmeye dayalı olarak halk kurmuştur. Dolayısıyla egemenlik de devleti kuranların yani halkın hakkıdır. Halk kendini bir Parlamento ile temsil ettirir. Parlamentonun yetkileri hiçbir biçimde ortadan kaldırılamaz. Devlet erkini yürütenler her aşamada halka bağlıdırlar. Halkın egemenliğe sahip çıkması en doğal hakkıdır; bir başka deyişle halkın egemen olma hakkı, doğal hakların başında gelir.
#34
SORU:
Mirandola’nın Rönesansın Manifestosu olarak anılan De Hominis Dignitate (İnsanın Değeri Üzerine Kehanet) yazısında insanın özgür düşüncesini nasıl açıklamıştır?
CEVAP:
Rönesansın Manifestosu olarak anılan bu yazı Rönesans hümanizminin temel metinlerinden biridir. Bu eserde Pico, Yeni Platoncu bir anlayış içinde insanın bilgiye ulaşmak için sürekli araştırma yapmasının önemini vurgulamıştır. İnsan soyu varlığa gelince, Tanrı her şeyi kolayca görsün ve kolayca bilgi elde edebilsin diye onu evrenin merkezine koymuş, kendisini bildiği gibi gerçekleştirsin diye ona özgür düşünce vermiştir. Böylece insan rastgele bir varlık değil, kendi yerini kendisi yapan, Tanrının bu dünyadaki benzeri olan bir varlıktır. Bir tür makrokosmos yanında mikrokosmosdur. Bu nedenle Tanrı katında değeri ve onuru en yüksek varlıktır.
#35
SORU:
Erasmus Deliliğe Övgü kitabında Hristiyanlığı akla uygun hale getirebilmek için yaptığı eleştiriler nelerdir?
CEVAP:
Deliliğe Övgü adlı ünlü kitabında ruhban sınıfının delilik denebilecek uygulamalarını, papalıktaki memuriyet düzenini, akla ve mantığa sığmaz skolastik uygulamaları eleştirmiştir. Günah çıkarma, üçleme, Tanrının İsa olarak insan kılığına girmesi, tözün dönüşümü gibi dinin temel dogmaları üzerine yapılan sonu gelmez tartışmaları gülünç bulmuş, manastırlardaki yaşamı, dinin özünden uzak olan garip ayrıntılar ve uygulamalar nedeniyle yadsımıştır. Erasmus’un bu konudaki temel eleştirisi dinin asıl doğasından uzaklaşıldığı, din insanlarının ipe-sapa gelmez ayrıntılar içinde yollarını kaybettikleri yolundadır. Bu nedenle skolastik eğitim programının tümüyle elden geçirilmesi ve yenileştirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Erasmus’un rahiplerin deliliğine övgüsü gerçek anlamda ironik, yani alaycıdır. Ama bir başka deliliği ciddi anlamda övmektedir: Bu, imanın yalınlığı ile özdeşleştirilen deliliktir. O gerçek dinin bir kafa sorunu değil, yürek sorunu olduğunu hissetmiştir.
#36
SORU:
Başlıca erken dönem İtalyan hümanistleri kimlerdir?
CEVAP:
Erken dönem İtalyan hümanistlerinin başlıcaları Dante, Petrarca ve Boccacio’dur. Bunlardan Dante (1265-1321), Rönesansın başlarında yaşamış büyük bir şairdir. Bir diğer öncü İtalyan hümanisti ise hümanizmin babası olarak anılan Petrarca’dır (1304-1374). Dönemin büyük şairlerinden biri olarak Dante ve Boccaccio gibi modern İtalyan dilinin oluşumuna katkıda bulunmuştur. Rönesans dönemi hümanistlerinin bir diğeri olan İtalyan şair ve yazar Boccaccio (1313?/1371) Dante ve Petrarca’dan etkilenmiş, özellikle Petrarca ile sık sık buluşarak onun telkinleriyle Latince ve Grekçeye yönelmiştir.
#37
SORU:
Dante’nin Monarchia isimli eserinde değindiği siyasi görüşleri nelerdir?
CEVAP:
Burada evrensel barışı oluşturabilmek için evrensel bir monarşinin zorunluluğuna değinmekte, bu bağlamda Katolik Kilisesinin üstlenebileceği rolün evrensel bir barış için yol göstericilik olduğunu söylemektedir. Bu görüşlerinden dolayı yapıt Dante’nin ölümünden sonra dönemin Papası tarafından toplatılıp yakılmıştır. Dante bu eserde Thomas Aquinas’tan beri süregelen Papa mı, imparator mu tartışmasında imparatordan yana olmuş, Ortaçağ imparatorunun konumunu idealize etme yolunu tutmuş, Batı Roma imparatoru olan Alman kökenli bir yöneticiyi halen tüm insanlığın dünyevi yöneticisi olarak göstermiştir. Bu imparator tüm gücünü papadan değil Tanrıdan almıştı. Dante’nin yöneticinin gücünü papalıktan bağımsız ve onun üstünde düşünmesi Ortaçağ geleneksel ruhuna ters düşen bir yeniliktir.
#38
SORU:
Petrarca, Augustinus’tan etkilenerek ruh üstünlüğü konusunda hangi fikirleri ileri sürmüştür?
CEVAP:
Bir Augustinus hayranı olarak onun ruhun üstünlüğü fikrine inanmış, dışsal güzelliklerle sürekli vakit geçirmek yerine ruhun derinliklerine dalmaya yönelmiştir. Kendi beninden hareket etmek düşünmelerinin kaynağını oluşturmuştur. Ruhun dışında kalan hiçbir şey ondan daha büyük değildir çünkü dış dünyadaki hiçbir doğa güzelliği kendisinin ne olduğunu bilememekte, sadece ruh kendi kendisinin bilincinde olmaktadır. Bu esas üzere ruhun edimlerini, özellikle katı mantıksallığa karşıt olarak ruhun derinliklerindeki doğal duyguları, sevinç ve üzüntüleri betimleme yoluna gitmiştir. İnsanın kendisini geliştirebilmek için sessizliğe ve yalnızlığa gereksinimi olduğunu, yalnızlığın sanıldığı gibi olumsuz bir şey olmadığını, yaratıcılık ve üretkenlik için gerekli olduğunu savunmuştur