YENİ TÜRK EDEBİYATINA GİRİŞ II Dersi Birinci Meşrutiyet’in İlanı soru cevapları:
Toplam 32 Soru & Cevap#1
SORU:
Yeni Türk Edebiyatı’nın başlangıç tarihi nedir?
CEVAP:
Yeni Türk Edebiyatı için başlangıç tarihi olarak 1859-1860 yılları esas alınır. Tanzimat Fermanı ile devlet tarafından resmen ilan edilen Batı yönlü değişim, edebiyat sanatı üzerinden kendini 1860’ların başından itibaren ortaya koymaya başlar. Batı edebiyatından yapılan ilk tercümelerin, Batılı anlayışla yazılmış ilk telif eserin ve ilk özel gazetenin yayımları bu tarihtedir.
#2
SORU:
Meşrutiyet Nedir?
CEVAP:
Meşrutiyet, bir rejim anlayışı, başka bir söyleyişle bir devlet yönetim sistemidir. Bu sistemde hükümdar/sultan/padişah/şah/imparator, devlet yönetimi konusundaki yetkilerini bir meclisle paylaşır. Halkın oylarıyla seçilenlerin oluşturduğu bu meclis fikrinden (meclis-i mebusan) adı henüz konulmamış olsa da 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren söz edilir. “Meşrutiyet kavramının kimin tarafından ve hangi tarihte türetildiği bilinmemektedir. (...) 1876 Kanun-ı Esasîsi’nin ilanı öncesinde Esad Efendi tarafından Hükûmet-i Meşrûta adlı risalesinde ‘anayasal monarşi’ anlamında kullanılmıştır.” (Hanioğlu 2004, s. 388). Kaynaklar buradan yola çıkarak kavramın “anayasal monarşi” anlamında kullanıldığını, Arapçadaki “şart” kökünden türetilmesine rağmen bu dildeki kaynaklarda yer almadığını ifade etmektedir. “Osmanlı Devleti’ndeki kullanımında ve İslâm dünyasındaki genel yorumlarda meşrutiyet, şeriata uygun olması şartıyla idarenin yetkilerini sınırlayan bir temel kanunî metin ve bu metin çerçevesinde tesis edilecek temsilî kurumları savunan bir siyasî rejim” (Hanioğlu, 2004, s. 388) anlamına gelmektedir.
#3
SORU:
Monarşi ve Meşrutiyet arasındaki farklar ve benzerlikler nelerdir?
CEVAP:
Monarşi, devlet yönetimini, kanun yapma ve yürütme yetkisini bir sultanın, genellikle ömrü boyunca sürdürdüğü rejimdir. Bu sistemde devleti yönetecek kişinin belirlenmesi için seçim yapılmaz. İktidarın babadan oğula geçmesi gibi, soya bağlı bir devamlılık esas alınır. Monarşilerde ayrıca, gücünü tanrıdan aldığı kabul edilen, bunun için de kendini sadece tanrıya karşı sorumlu gören sultanın müracaat ettiği yazılı bir anayasa da yoktur. Sultanın sonsuz hak ve yetkilerle donatıldığı, buna karşılık onun tebası konumunda olan halka ve halkın haklarına yer vermeyen bu “keyfî” yönetim biçimi, bütün dünyada çağlar boyunca geçerliliğini sürdürmüştür. Yönetenlerin sahip olduğu düşünülen tanrısal konum ve yönetilenlerin alışkanlıklara bağlı itaat anlayışı, monarşik rejimden oldukça zor uzaklaşılmasını getirmiştir. Bu uzaklaşma Tanrı’nın ve bu paralelde kendilerine tanrısal nitelikler yüklenen kişilerin merkezde yer aldığı bir dünya görüşünün, insan merkezli düşünce biçimiyle yer değiştirmesi sayesinde mümkün olabilmiştir. Fakat bu değişim hiç kolay olmamış, bütün insanlık tarihi için uzun ve zorlu bir yolculuğu gerektirmiştir. Meşrutiyetin fonksiyon olarak monarşi ile cumhuriyet arasında yer aldığı ve monarşiden ideal yönetim biçimi olan cumhuriyete geçişte bir “ara rejim” anlayışı olduğu söylenebilir. Bu noktadan değerlendirildiğinde meşrutiyet, ne monarşi ne de cumhuriyettir. Bir aileden devam eden hükümranlık anlayışı korunduğu, sınırlanmış olmasına rağmen kanun yapma ve yürütme yetkisi sultan tarafından kullanıldığı için “monarşik” bir anlam dünyasını içerir. Öte yandan hükümdarın kendine verilmiş yetkileri, seçilmişlerin oluşturduğu bir meclis ile paylaşması, ayrıca hem hükümdarın hem de halkın hak ve görevlerinin yazılı kanunlarca belirlenmiş olması bakımından da cumhuriyet rejimine doğru evrilmiştir. Bu sebeple “meşruti monarşi”, “parlementer monarşi”, “meclisli monarşi” ya da “anayasal monarşi” olarak da adlandırılır.
#4
SORU:
Osmanlı’da Meşrutiyet öncesinde rejim değişikliği ile ilgili atılan adımlar nelerdir?
CEVAP:
Osmanlı, Tanzimat Fermanı (1839) ile resmen haber verdiği rejim değişikliğini, başka bir söyleyişle meşrutiyeti, fermanın daha öncesindeki yıllardan, hemen hemen 19. yüzyılın başlarından itibaren gerçekleştirme çabası içerisine girer. Fakat Osmanlı dünyasında monarşi dışındaki devlet yönetim biçimlerinden ilk bahis, bu tarihlerden çok daha önce ve Usûlü’l Hikem fi Nizamü’lÜmem (1731) iledir. Usûlü’l Hikem fi Nizamü’l-Ümem, İbrahim Müteferrika tarafından yazılmıştır ve III. Ahmet’in fermanı (5 Temmuz 1727) ile İstanbul’da kurulan Matbaa-i Âmire’de basılan ilk kitaplardandır. İbrahim Müteferrika’nın bu kitabı, Osmanlı Devleti’nin bundan sonraki yüzyıllık zamanda gerçekleştireceği hedefleri belirleyen uzak görüşlü bir çalışma olarak değerlendirilmelidir. Kitap ilk olarak bir ülke için ordunun ne denli önemli olduğundan bahsederek Osmanlı ordusunda düzenlemeler yapılması fikrinin kapısını aralamıştır. Bundan sonra Osmanlı’da bütün bir 18. yüzyılı içerisine alan ve 19. yüzyıl başlarında Yeniçeri Ocağı’nın kapatılıp yerine Âsakir-i Mansure-i Muhammediye’nin (1826) kurulmasına kadar uzanan bir askerî dönüşüm başlar. Diğer yandan yine Usûlü’l Hikem fi Nizamü’l-Ümem’de bir devletin çevresindeki ülkelerin nasıl yönetildiklerini bilmesinin faydalı olacağı görüşüne işaret eden İbrahim Müteferrika, kendisi için yönetim biçimlerinden dolayısıyla da aristokrasi, monarşi ve demokrasiden söz etme fırsatı yaratmıştır. Bu vesileyle Osmanlı dünyasında bir devletin nasıl yönetilmesi gerektiğiyle ilgili bir bilgi alanı oluşmasına ve belki de Osmanlı’nın süregelen devlet yönetimiyle ilgili sorgulamaların başlamasına katkıda bulunduğu düşünülebilir. Devlet yönetimindeki yeniliğin, modernleşmenin ilk basamaklarından olduğuna vurgu yapan İbrahim Müteferrika, bir rejim değişikliğinin önünü açmıştır. Hemen hemen aynı yıllarda Avrupa’ya gönderilen sefirlerin bir rapor niteliğinde hazırladıkları sefaretnamelerde de ülkelerin yönetim biçimlerine dikkat çekildiği hatırlanmalıdır. Şüphesiz hem sefaretnamelerin hem de başta Usûlü’l Hikem fi Nizamü’l-Ümem olmak üzere Matbaa-i Âmire’de basılan kitapların Osmanlı tebaası tarafından hemen okunarak paylaşıldığı ve geniş bir etki alanı oluşturduğu düşünülemez. Ancak alınan kararlar ve hayata geçirilen uygulamalar değişimin en azından devlet katında kabul gördüğünü düşündürmektedir. Bu, önce Tanzimat’a sonra da Meşrutiyet’e giden süreçte birtakım direnişlere rağmen kararlı şekilde devam edilmiş olunmasından çıkarılabilecek bir sonuçtur.
#5
SORU:
Tanzimat Fermanı ne zaman ilan edilmiştir?
CEVAP:
Tanzimat Fermanı 3 Kasım 1839’da ilan edilmiştir.
#6
SORU:
Tanzimat Fermanı, Osmanlı için ne anlama gelmektedir?
CEVAP:
Tanzimat Fermanı, Osmanlı İmparatorluğu için siyasal ve sosyal anlamda pek çok değişimin ve yeniliğin başlangıcı sayılmaz. Çünkü neredeyse bir asrı aşkın bir zamandır yavaş yavaş birtakım yenilikler hayata geçirilmektedir. Tanzimat Fermanı bütün bunların devlet eliyle kabulü ve ilanı anlamını taşır. Devlet bu fermanla önemli bir kısmını hayata geçirdiği yenilikleri, kendi sınırları içinde yaşayan insanlar kadar dünya ile de paylaşır. Sultan Abdülmecit döneminde, Sadrazam Mustafa Reşit Paşa tarafından ilan edilen Tanzimat Fermanı, gerçekten de Osmanlı dünyası için 18. yüzyıl başlarından itibaren yavaş yavaş uygulamaya konulan değişim hareketlerinin nihayet ulaştığı noktadır. Toplumsal dinamiklerden başka Patrona Halil (1730) ve Kabakçı Mustafa (1807) isyanları gibi büyük kanlı direnişler dolayısıyla sık sık kesintiye uğramış ve bu sebeple de mütereddit adımlarla yürütülmüş olan Batılılaşma, Tanzimat’ın ilanıyla hem resmen hem de açık olarak hayata geçirilmiş olur.
#7
SORU:
Tanzimat Fermanı’nın başlıca özellikleri nedir?
CEVAP:
Tanzimat Fermanı, taşıdığı birtakım özellikleri yüzünden Meşrutiyet’in bir adım öncesi sayılabilir. Ferman’ın Meşrutiyet’i hazırlayan özelliklerinin başında, sultan tarafından devletin siyasal coğrafyasında yaşayan herkesin eşit olduğu ve hiç kimseye farklı muamelede bulunulmayacağı sözünün verilmesi vardır. Bu zor, ancak mutlaka gerçekleştirilmesi gereken bir karardır. Çünkü sözü edilen coğrafya, iktidarını, gücünü, büyüklüğünü ve zenginliğini topraklarının genişliğiyle kazanmış bir imparatorluğun ve devlet anlayışının siyasal alanıdır. Tam da bu sebeple bütüncül bir görünüme sahip değildir. Devletin kendi coğrafyasında yaşayan, ancak farklı dilleri konuşan, farklı millî kimliklerden meydana gelen ve farklı dinlere inanan insanlara eşit biçimde “... emniyet-i can ve mahfûziyyet-i şeref ve namus ve mal ve tâyin-i vergi ve âsakir-i mukteziyyenin suret-i celb ve müddet-i istihdâm” (Can emniyeti, şeref, namus ve malın korunması; verginin belirlenmesi, askere çağrılma biçimi ve askerlik süresinin belirlenmesi) (Kaplan vd. 1974, s. 1) imkânları sunması, heterojen (çok parçalı) devlet yapısının homojen (tek parçalı) devlet yapısına dönüştürülmesi adına atılmış çok önemli bir adımdır. Ayrıca herkesin can, mal, ırz ve namusunun devlet tarafından korunacağı, vergi tayini ve askerlik uygulaması konusunda düzen ve eşitliği sağlayan kanunların hazırlanacağı da “bundan böyle Devlet-i Âliyye ve memalik-i mahrûsamızın hüsn-i idâresi zımnında bazı kavânin-i cedide vaz’ ve tesisi lâzım ve mühim görülerek” (yüce devletimizin ve büyük ülkemizin iyi idare edilmesi adına bazı yeni kanunların konulması ve uygulanması gerekli ve önemli görülerek)(Kaplan vd. 1974, s.1) ifadeleriyle haber verilmiştir. Böylece meşrutiyetin gerekliliklerinden olan yazılı kanunlar/Kanun-ı Esasi için de ciddi bir adım atılmış olur. Üstelik sultan bu noktada kalmayarak kendisinin, bütün ulema ve vükelasının bu fermana aykırı uygulamalar içinde bulunmayacaklarına yemin ederek söz verir. Eğer aykırı hareket eden olursa onların da “ceza kanunnamesi” ile cezalandırılacakları konusunda yine bu fermanı aracılığıyla teminat verir.
#8
SORU:
Islahat Fermanı ne zaman ilan edilmiştir?
CEVAP:
Islahat Fermanı 28 Şubat 1856’da ilan edilmiştir.
#9
SORU:
Islahat Fermanı’nın Osmanlı açısından kayıp ve kazanımları nelerdir?
CEVAP:
Islahat Fermanı, on yedi yıl önce ilan edilmiş olan Tanzimat Fermanı’nın ileri planda bir devamıdır. Osmanlı’nın Hristiyan tebaasına Tanzimat’la verdiği hakların tam anlamıyla uygulamaya konulmadığı gerekçesiyle Avrupa devletleri tarafından hazırlanmış ve baskılar sonucu kabul edilerek ilan edilmiştir. Fermandan Osmanlı’nın önemli beklentileri vardır: “Öncelikle gayrimüslim tebaaya yeni haklar verip, gayrimüslim tebaayı Müslüman tebaa ile eşit seviyeye getirerek batılı devletlerin iç işlerine karışmalarına mani olmak ve Paris’te toplanacak olan barış konferansında Osmanlı Devleti lehine kararların alınmasına etkide bulunmaktı.” (Gümüş, 2008, s. 216). Sultan Abdülmecit’in imzasını taşıyan ve Osmanlı dünyası için dayatılmış ‘yeni düzenlemeler’i içeren fermanda bu durum, “umum tebaa-i şahanemizin mesai-yi cemîle-i hamiyetkâraneleri ve müttefik-i hass-ı bâhirü’l-ihlâsımız olan düvel-i müfahhamanın himmet ve muâvenet-i hayırhâhâneleri eseri olmak üzere” (Büyük Osmanlı ülkesinde yaşayan herkesin güzel katkıları, dost ve müttefikimiz olan devletlerin hayırlı yardımlarının sonucu olarak) ifadeleriyle haber verilir. Sultan “revabıt-ı kalbiye-i vatandaşî ile birbirine merbut olan ve nazar-ı ma’deleteser-i müşfikânemde müsâvî bulunan kâ e-i sunûf-ı teba’ai şahanem” (Vatandaşlığın kalbi bağlarıyla birbirine bağlanmış olan ve şefkatimin eseri olan âdil bakışımda eşit olan tebaamın sınıflarının tamamı) diyerek birbirine “vatandaşlık bağları ile bağlı ve gözünde her bakımdan eşit” tuttuğu halkının saadeti, huzuru ve refahı için bu kararları aldığını belirtir (Kaplan vd. 1974, s. 4-9). Islahat Fermanı’nın Tanzimat Fermanı’na göre çok daha kapsamlı ve ayrıntılıdır. Fakat ferman, Müslüman tebaa arasında memnuniyetsizliklere yol açmış, gayrimüslim tebaa arasında da “üzerlerindeki devlet baskı ve otoritesinin artacağı” yolunda birtakım itirazları başlatmıştır. Diğer yandan ferman, İngiliz ve Fransız elçileriyle birlikte hareket eden devrin Âli Paşa gibi önde gelen devlet adamları tarafından hazırlanmış olduğundan, bundan sonraki birtakım tavizler için kapı aralanmıştır. Örneğin; bundan sonraki uygulamaların bu devletlerin istek ve menfaatleri doğrultusunda yapılması, yine devlet görevine getirilecek kişilerin onların talepleri doğrultusunda seçilmesi gibi bazı baskılar ortaya çıkmıştır. Islahat Fermanı’nda yer alan maddelerin bir kısmı uygulanamamış olsa bile Osmanlı’ya ait hükümranlık hakları paylaşıma açılmış, devletin iç ve dış siyasetinde yabancı devletler için çok açık bir müdahale zemini hazırlanmıştır: “Osmanlı Devleti, bu fermanı ilan ettiğini dünyaya açıklamakla, hükümranlık haklarını yalnız şekil yönünden kurtarmış oluyordu. Gerçekte ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun Hristiyan tebâasının refahını düşünmek ve bu hususta gereken kararları almak Avrupa’nın büyük devletlerinin eline geçmişti. Daha sonraları için Avrupa müdahalesinin hukuki dayanağı olarak gösterilecek ferman, Müslümanlar tarafından ‘imtiyaz fermanı’ olarak nitelendirilmiştir.”
#10
SORU:
Fransız İhtilali Osmanlı için ne anlam ifade eder?
CEVAP:
1789’da gerçekleşen ve bütün Avrupa’nın yeniden yapılanmasına sebep olan Fransız İhtilali, başlangıçta sadece Avrupa ülkelerini ilgilendiren bir durum gibi görünürken giderek Osmanlı’yı da etkisi altına alır. İhtilali izleyen yıllarda kendi içindeki karışıklıklara düzen vermekle meşgul olan Avrupa, bu sırada Osmanlı ile uğraşamaz. Osmanlı ise III. Selim’in tahtta olduğu bu yılları kendi iç düzenini kurmakla değerlendirir. Batılılaşma adına atılmış önemli adımların gözden geçirilmesi, ordunun modernizasyonu ve eğitimi için gerekli bazı önemli düzenlemelerin yapılması bu yıllardadır. Ancak kısa bir zaman sonra Fransız İhtilali’nin yansımaları Osmanlı’yı da ciddi biçimde etkisi altına alarak köklü değişimleri başlatır.
#11
SORU:
Yeni insan ve yeni devlet anlayışını açıklayınız.
CEVAP:
Teokratik yapının baskılarına karşı bir direniş olan Fransız İhtilali’nin dünyaya yaydığı en önemli anlayış, insan hak ve hürriyetleri düşüncesidir. Bundan sonra insan merkezli bir dünya görüşüne ve bu paralelde de yeni bir devlet anlayışına geçilir. İnsan hak ve hürriyetleri anlayışının benimsenmesi, itaat kültürünün sona ermesi ve aktif insanın yetişerek hayata katılması demektir. Aktif insan aklı esas alan, kadere rıza göstermeyen, düşünen, muhakeme eden, fikir üreten, inandıkları uğrunda mücadele edebilen bireydir. “Yeni insan anlayışı” ister istemez devlet düzeninin bu doğrultuda değiştirilmesini gerektirir. İnsan adına daha özgürlükçü bir dönüşümün hede endiği “yeni dünya anlayışı”, devletin yönetimi konusunda insana geniş bir yer ve değer verir. Yeni dünya düzeninde bireyin devlet karşısındaki durumu yazılı kanunlarla belirlenmiştir. “Yeni insan” devletin yönetimi konusunda görüş sahibidir. Hak ve özgürlükleri, bu görüşlerini yazılı ve sözlü olarak ifade etmesine izin verir. Oysa monarşi, bireyin söz sahibi olduğu, bireye önem veren bir devlet anlayışı değildir. Bu sebeple merkeze insanı yerleştiren yeni bir devlet anlayışına yönelme zorunluluğu ortaya çıkar. Osmanlı için bu “meşrutiyet” demektir. Osmanlı’nın rejim değişikliği yaparak meşrutiyete geçebilmesi için sadece iktidarda olanların bu değişimi onaylaması yetmez. Aynı zamanda tebaanın da halka dönüşmesi gerekir. Halk, sultanın tanrısal bir içerik taşımadığını, dolayısıyla onun yapıp ettiklerinin sorgulanıp eleştirilebileceğini öğrenmiş, ondan taleplerde bulunma hakkının olduğunu bilen ve bu haklarını kullanan bireylerden meydana gelen “bilinçli” topluluktur. Ayrıca meşrutiyetlerde, yönetimdeki sesi olmak üzere halkın kendi arasından seçtiklerinin oluşturduğu bir meclise ihtiyaç vardır. Bütün bunlar bireyin görüş ve söz sahibi olması ve kendi ülkesinin yönetimine katılması anlamına gelir.
#12
SORU:
Osmanlıcılık kavramını açıklayınız.
CEVAP:
Devletin ve halkın dönüşümü, Meşrutiyet’e giden yolda meclis-i mebusan için olmazsa olmazlardandır. Zira sultanın yanında devletin idaresini yüklenen bu meclis, halk arasından ve halkın seçtiği kişilerden oluşmaktadır. Bu durumda geniş bir coğrafyaya yayılmış uzun ömürlü imparatorluklarda, ülkenin sağlıklı biçimde yönetilmesi için halk kadar önemli başka bir oluşuma daha ihtiyaç duyulur. O da ortak menfaatlerde buluşan, devletin menfaatleri kendi menfaatleriyle örtüşen “millet” adı verilen topluluğun oluşumudur. Bu, bir rejim olarak meşrutiyetin hayata geçmesi için gerekli olan halkın aynı zamanda “millî” bir topluluk olması anlamına gelir. Başka bir söyleyişle Fransız İhtilali sonrasında insan hak ve hürriyetleri bağlamında dünyaya yayılan milliyetçilik düşüncesi ırk, din ve dil gibi ciddi farklılıklar taşıyan imparatorluk coğrafyalarının millî ve bütünlüklü bir topluluğa dönüşmesini istemektedir. Milliyetçilik, imparatorluk anlayışlarının önüne ister istemez iki seçenek çıkarır. İlki küçük millî devletlere bölünmeye razı olmaktır. Diğeri bu bölünmeye karşı direnmek ve milliyetçilik anlayışını kendi yapısına veya kendi yapısını milliyetçiliğe göre yeniden düzenlemektir. Her halükârda burada beklenen, parçalı yapının bütünleşmesi ve “millet” hâlini almasıdır. Oysa bütün imparatorluklar gibi Osmanlı’nın yapısı da böyle bir duruma uygun değildir. Ancak devletin devamlılığı bu modern bütünleşmeye bağlıdır. İmparatorluk bundan 4 sonra, kendi coğrafyasında asırlar boyunca birlikte yaşayan, bunun sonucu olarak birbirine benzeyen ve ortak kültürün üretimine katkıda bulunan topluluğun modern adlandırmayla millet olduğunu, adının da “Osmanlı milleti” olduğunu anlatmaya koyulur. Bu durumda yapay da olsa bütünleşmeyi sağlamak üzere inandırıcı gerekçelerin ve bağlayıcı değerlerin hayata sunulması lazımdır. Osmanlı İmparatorluğu coğrafyası için bu, Osmanlı milletini tanımlayan değerler dünyası olur. Osmanlı dünyası bundan sonra Osmanlı dili/Osmanlıca, Osmanlı tarihi, Osmanlı edebiyatı gibi bir milleti tanımlayan ve ortak değerler dünyasının kurulmasına sonuç olarak milletin oluşmasına hizmet eden kavramlarla tanışır. Bunlar Osmanlı dili, Osmanlı tarihi, Osmanlı edebiyatı, Osmanlı sanatı, Osmanlı gelenek ve görenekleri vb. millet için gerekli olan ve kolektif şuuru oluşturan alt yapının unsurlarıdır. Bu da bir düşünce hareketi olarak “Osmanlıcılık” adı verilen Osmanlı milliyetçiliğinin hayata geçmesi demektir.
#13
SORU:
Meclis-i mebusan ne demektir?
CEVAP:
Meclis-i mebusan, halk arasından ve halkın oylarıyla seçilmiş mebus adı verilen, bugünkü anlamıyla milletvekillerinin oluşturduğu topluluğun adıdır. Bugün meclis-i mebusan yerine büyük millet meclisi söyleyişi kullanılmaktadır.
#14
SORU:
Usûlü’l Hikem fi Nizamü’l-Ümem kim tarafından yazılmıştır?
CEVAP:
Usûlü’l Hikem fi Nizamü’l-Ümem, İbrahim Müteferrika tarafından yazılmıştır ve III. Ahmet’in fermanı (5 Temmuz 1727) ile İstanbul’da kurulan Matbaa-i Âmire’de basılan ilk kitaplardandır.
#15
SORU:
Birinci ve İkinci Meşruiyet hangi tarihlerde ilân edilmiştir?
CEVAP:
Meşrutiyet Osmanlı insanının kavramlar dünyasına 19. yüzyılda girmiş ve iki kez denenmiştir. Bunların ilki 23 Aralık 1876, ikincisi ise 24 Temmuz 1908 tarihlerindedir.
#16
SORU:
II. Meşrutiyet ne zaman ve kim tarafından sona erdirilmiştir?
CEVAP:
11 Nisan 1920’de, Sultan Vahdettin eliyle meclis-i mebusan tamamen kapatılarak meşrutiyet rejimine son verilmiştir.
#17
SORU:
Birinci ve İkinci Meşrutiyet arasında yönetim açısından fark nedir?
CEVAP:
İkinci defa meşrutiyet uygulamalarının devam ettiği günlerde hükümdara ait yetkiler tam
anlamıyla sınırlandırılmış ve varlığı artık sembolik bir düzeye indirilmiştir. Oysa Birinci Meşrutiyet’te sultanın hak ve yetkilerine fazla müdahale edilememiş, kanun yapma ve yürütme yetkisi, bizzat Abdülhamid’in yönlendirmesiyle sultana bırakılmıştır.
#18
SORU:
Hangi ferman ile Osmanlı dünyası yeni bir kavram olarak “halk” ile tanışmıştır?
CEVAP:
Tanzimat Fermanı’yla Osmanlı dünyası yeni bir kavram olarak “halk” ve içeriği yenilenmiş bir “kanun” anlayışıyla tanışır.
#19
SORU:
Tanzimat Dönemi'nde gazete faaliyetleri ve bu konuda öne çıkan gelişmeler nelerdir?
CEVAP:
Söz konusu dönem için gazete faaliyetinin önündeki en önemli engel, halkın okuma
alışkanlığının olmamasıymış gibi görünmektedir. Fakat buraya gazetenin, gazete yazılarının ve bu yazılarda sunulan kavramlar dünyasının yeniliğini / yabancılığını eklemek gerekir. Ancak böyle düşünülebilirse hedefe kısa bir sürede ulaşmanın imkânsızlığı anlaşılabilecektir. Gazetelerin döneme en büyük katkısı, artık hayatın merkezine yerleşen yeni değerlerin eğitimini ve kamuoyunun oluşturulmasını üstlenmiş olmalarıdır. Dönemin süreli yayınlarından en az bunun kadar önemli bir diğer beklenti, Osmanlı milletini oluşturmak için dil birliğinin sağlamasına yardımcı olmalarıdır. Bu sebeple de “Tercüman-ı Ahval Mukaddimesi”nde belirtildiği gibi “umum halkın anlayabileceği bir dil” kullanımını seçerler.
1860’lı on yılın sonuna gelindiğinde, 1864’te basını sıkı bir takibe alarak sansür ve kapatma cezaları veren “Matbuat Nizamnamesi”ne rağmen topyekûn eğitim seferberliğinin bir sonucu olarak yayımlanan gazetelerin sayısı çoğalmış, dergi çalışmaları yaygınlaşmış ve hatta kadınlara ve çocuklara yönelik süreli yayın faaliyetleri başlamıştır. Bu durum Osmanlı dünyasında süreli yayın faaliyetine yönelik bir ilginin oluştuğuna ve giderek okuma alışkanlığı edinmiş bir kitlenin yetişeceğine dair bir gösterge olarak değerlendirilebilir.
#20
SORU:
Islahat Fermanı’na ilk önemli itiraz kimin tarafından, hangi nedenle gelmiştir?
CEVAP:
Islahat Fermanı’na ilk önemli itiraz Tanzimat Fermanı’nın mimarı olan Mustafa Reşit Paşa’dan
gelmiştir. Reşit Paşa özellikle de gayrimüslim tebaaya eşitliği sağlamak amacıyla verilen hakları eleştirerek Osmanlı ülkesinde bunların uygulanmasının mümkün olmadığını belirtmiştir.
#21
SORU:
Tasvir-i Efkâr gazetesini kim çıkarmaya başlamıştır?
CEVAP:
Tercüman-ı Ahval’deki sonra Osmanlı ülkesinde sayısının çoğalması amacıyla Şinasi,
Tasvir-i Efkâr adını verdiği yeni bir gazeteyi neşretmeye başlamıştır.
#22
SORU:
Osmanlı Devleti'ndeki ilk gazete hangisidir, kaç yılında çıkarılmaya başlanmıştır?
CEVAP:
Takvim-i Vekayi (1831) Tanzimat’ın ilanından sekiz yıl önce ve II. Mahmut’un izin ve isteğiyle yayımlanmaya başlamıştır.
#23
SORU:
Yeni Osmanlılar Cemiyeti başka hangi isimle anılmıştır?
CEVAP:
Yeni Osmanlılar Cemiyeti, 1840’tan itibaren Avrupa’da yayılan “jeune: genç” terimi dolayısıyla “Genç Türkler” olarak da anılmıştır.
#24
SORU:
Yeni Osmanlılar Cemiyeti nasıl bir ortamda doğmuştu?
CEVAP:
Cemiyet, Islahat Fermanı’nın ve Kuleli vakasının olumsuz havasının sürdüğü, Girit sorununun tekrar yükseliş gösterdiği günlerde bir tepki hareketi olarak doğmuştur: “Reşid Paşa’nın ölümünden (1858) sonra birbirini takip eden Cidde, Lübnan (1860-1861) meseleleri, Eflâk ve Boğdan’nın prenslik oluşu (1861) ve hemen arkasından çok kuvvetli bir muhtariyete doğru gidişi, mali buhranlar ve onları doğuran israflar, Mısır’ın 1864-1865 seneleri arasındaki vaziyeti, efkâr-ı umumiyedeki hoşnutsuzluğu artırması ve onu son bir tedbir gibi bazı siyasî kanaatlere götürmesi gayet tabiîydi. (…) Girit isyanının nasıl bir çıkmaz olduğunu Âli Paşa’nın meşhur lâyihasından anlamak mümkündür. (…) İşte Yeni Osmanlılar Cemiyeti bu hava içinde, fikirlerin ve hadiselerin müşterek baskısı altında kurulur.” (Tanpınar, 2006, s. 202-206).
#25
SORU:
Genç Osmanlılar'ın gazetecilik faaliyetleri nelerdir?
CEVAP:
Yeni Osmanlılar, önce İstanbul’da sonra da Avrupa’da çıkardıkları gazeteler üzerinden meramlarını anlatmaya çalışırlar. Osmanlı’da sürmekte olan rejim anlayışını eleştirirler. Çalışmalarına İstanbul’daki baskılar özellikle de Kararname-i Âli yüzünden Avrupa’da devam eden Yeni Osmanlılar, 1867 yılından itibaren faaliyetlerini yoğunlaştırırlar. Kararname-i Âli’nin ilanı üzerine Agâh Efendi ve Ali Suavi Kastamonu’ya, Namık Kemal Erzurum’a, Ziya Paşa Kıbrıs’a sürülürler. Ancak Mustafa Fazıl Paşa’nın daveti üzerine sürgün yerlerine gitmeyerek Paris’e kaçarlar. Orada birlikte Muhbir’i çıkarmaya devam ederler. Ancak bir süre sonra ortaya çıkan bir anlaşmazlık üzerine Namık Kemal ve Ziya Paşa Muhbir’den ayrılırlar ve Hürriyet (1868) gazetesini çıkarmaya başlarlar. Muhbir’in yayımı bundan sonra Ali Suavi tarafından sürdürülür. Hürriyet’in yanında yayına başlayan bir başka gazete Ulûm da bu cemiyetin Avrupa’daki
yayın organıdır.
#26
SORU:
Namık Kemal'in hangi eseri meşrutiyet fikrini anlatma yolunda verilen çabayı anlatır?
CEVAP:
Namık Kemal 1873’te yazdığı ancak adı ve içeriği değiştirilerek 1875’te yayımlanan oyunu
Gülnihal (Raz-ı Dil)’de meşrutiyet fikrini anlatma yolunda verilen çabayı anlatır.
#27
SORU:
Meşrutiyet aleyhindeki tartışmalar ve eleştiriler özellikle hangi gazete aracılığıyla kamuoyuyla paylaşılmıştır?
CEVAP:
Meşrutiyet aleyhindeki tartışmalar ve eleştiriler özellikle Basiret gazetesi aracılığıyla kamuoyuyla paylaşılmıştır.
#28
SORU:
Kanun-ı Esasi ne zaman ilân edilmiştir?
CEVAP:
Kanun-ı Esasi 23 Aralık 1876’da ilân edilmiştir.
#29
SORU:
Kanun-ı Esasi'nin Tersane Konferansı’nın açılış gününde ilân edilmesinin sebebi nedir?
CEVAP:
Kanun-ı Esasi 23 Aralık 1876’da Balkanlardaki meseleleri tartışmak üzere İstanbul’da toplanmış olan Tersane Konferansı’nın açılış gününde ilan edilir. Osmanlı Anayasası’nın ilanının böyle bir güne denk getirilmesinin sebebi, Avrupalı devletleri, Osmanlı’daki “reformları takip maskesi altında devletin iç işlerine müdahaleden alıkoymak”tır.
#30
SORU:
‘Talimat-ı muvakkate’ nedir?
CEVAP:
‘Talimat-ı muvakkate’, Mithat Paşa tarafından hazırlanmış olan ve seçimlerin nasıl yapılacağı ile ilgili düzenlemeleri yapan yedi maddelik bir metindir.
#31
SORU:
Meclis-i Mebusa'ın kapatılması niçin büyük itirazlara yol açmamıştır?
CEVAP:
Meclisin kapatılması büyük itirazlara yol açmaz. Çünkü “Genç Osmanlılar dağılmış, Mithat Paşa sürgüne gönderilmiş, ordu savaş nedeniyle meşrutiyete sahip çıkacak bir durumda değildi.” (Kızıltan, 2006, s. 271). Batılı ülkeler ise meclisi zaten kendi menfaatlerine uygun bulmamaktadırlar, bunun için de kapanmasına itiraz etmezler.
Hatta konu dönemin gazetelerinde bile yorumsuz biçimde yer alır. Uzun yıllar beklenilmesine rağmen meclisin kapatılmasına ve meşrutiyetin feshine tepkisiz kalınmasının ilk sebebi, meclisin açılması ve kapatılması konusundaki yetkinin anayasa ile sultana bırakılmış olmasıdır. Gelenekçi devlet anlayışıyla da örtüşen bu husus, sultanı yetkilendirmektedir. Abdülhamit ise sultan olarak anayasanın kendisine verdiği bir yetkiyi kullanmaktadır.
#32
SORU:
Meclis-i Mebusan hangi tarihte kapatılmıştır?
CEVAP:
14 Şubat 1878 tarihinde Meclis-i Mebusan toplantı halinde iken Sultan II. Abdülhamid’in meclisi kapattığını bildiren iradesi okunmuştur.